Tarih: 13.06.2023 Yazar: Anıl Kantemir Yorumlar: 0

Tribünlere damga vuran popüler kültür ögeleri değişirken, tribün kültürünün içinden geçtiği dönüşüm de üzerine tartışmayı hak ediyor.

Yazıya ön alarak başlamak istiyorum. Zira içinde bulunduğumuz spor ikliminden mütevellit, yazının içinde geçen takım isimleri ve oyuncu adlarını görünce, “Ama bu takım ya da bu oyuncu niye yok”, diyerek yazının tamamını okumayacak ön yargılı bir tavır ortaya çıkması olası. Amacım bir tartışmak açmak. Haliyle yazdıklarımın tek bir doğrusu olduğunu düşünmüyorum. Tam tersine üstüne düşünülecek meseleler çoğunlukla.

Bu sezon Türkiye’nin en çok izlenen spor dallarında öne çıkan iki takım oldu. Futbolda Galatasaray, sezon içinde kolay kolay tekrarlanamayacak bir seri ile araladığı şampiyonluk kapısından, son dönemeçteki ısrarıyla kolayca girdi. Öte yandan basketbolda Pınar Karşıyaka ligi normal sezonda lider bitiren, üstüne Avrupa’da final oynama başarısı gösteren Türk Telekom’u eleyerek yerel lig finaline yükseldi. İki takım da ülkede söz sahibi camialar, aynı zamanda da güçlü tribün kültürleri var. Sadece Galatasaray ve Karşıyaka değil, mazisi neredeyse yarım asır öncesine kadar giden Türkiye’deki bu kültür, ardında tribünlerde halen söylenen besteler bıraktı.

Bugüne geldiğimizde ise iki tribünde de dillere pelesenk olan iki “tezahürat” var. Bu tezahüratlar, tribünlerin sözünü yazdığı ya da bestelediği eserler değil. Lige damga vuran Mauro Icardi’nin zaten popüler olan müzisyen Simge Sağın’ın Aşkın Olayım şarkısını farklı bir noktaya ulaştırdığı aşikâr. Tribün ve popüler kültür etkileşiminin bu denli bir seviyeye ulaştığını sanıyorum en son, Mario Gomez – Eyşan benzetmeleri üstünden Ezel dizi müzikleriyle yapılan editlerde görmüştük. Diğer tarafta Youtube’da kolayca bulunabilecek ve Pınar Karşıyaka’nın başarılı oyuncusu Vitto Brown’ın hiç de fena seslendirmediği Soner Sarıkabadayı’nın Buz isimli şarkısı ise zaten döneminde yüksek olan itibarını yeniden kazandı.

Aşkın Olayım’ın Icardi ile olan ilişkisini tribün tetiklerken, Buz’un hikayesini Brown yazdı ve tribünler onun peşinden gitti. Bu iki hikaye de tribün ve oyuncu arasındaki bağları güçlendirmiş görünüyor. Aslında yaşadığımız çağın, aramıza katılan yeni jenerasyonun, bilgiye çabuk ulaşmanın, hızlı tüketimin, internetin ve yenilenen stadyumlarda yönetimler ve taraftarlar arasında kurulan iş yeri-tüketici ilişkisinin bunda payı büyük. Bu cümleleri eskiye özlem duyan bir gönderme olarak yazmıyorum, kaldı ki oyuncu ve taraftar arasındaki ilişki de yerinde sayması beklenmeyen bir dönüşüm geçiriyor ve sonuçları hiç de fena görünmüyor. Spor da pek çok kültürel yanı olan eğlence araçları gibi değişim yaşıyor. Bugünün spor kültürü bu dönüşümle değişiyor, evriliyor.

90’ları kısmen, 2000’leri ise sıklıkla tribünlerde geçiren biri olarak diyebilirim ki, bugün halen tribüne giden gitmeyen pek çok kişinin aşina olduğu tezahüratlar o günlerden miras. Popüler kültür o dönemlerde de tribün kültürünün içindeydi. Ancak o günlerden bugünlere gelirken kabul etmeliyiz ki popüler kültür tribün kültürü üzerinde daha güçlü bir hegemonya kurdu. Geçmişte kafa yorulan besteler tribünlere ve sporun bileşenlerine yön verirken şimdi popüler kültür tribün kültürüne yön verir hale geldi. İnsanların birbiriyle daha çok konuştuğu ve birbirlerinin yüzüne daha sık baktığı dönemlerden artık devre aralarında bile herkesin telefonlarıyla internette gezindiği bir döneme geçtik. Popüleri alıp sahiplenme ve dolaşıma sokma, kitlelere hızla ulaşmanın ana yolu oldu. Günümüzde bir penaltıyı ya da son saniye basketini yakalamak için kayıt tuşlarına defalarca basılıyor, ortaya çıkan iyi bir tezahürata eşlik etmektense onu fotoğraflamak ya da kayda almak tribünlerdeki geçer akçe.

Bugünlere bir anda gelmedik, takımına aidiyet duygusuyla bağlı olan tribünler, yenilenen statlar ve parayı önceleyen yönetimlerin elinde zamanla birer müşteriye dönüştü. Bazı istisnalar dışında birbirinden kopuk insan gruplarının doldurduğu tribünler sahada ya da salonlarda bir ahenk oluşturmaktan uzak. Çok uzağa gitmeye gerek yok, Beşiktaş’ın İnönü’sünde sıklıkla duyduğumuz özgün futbolcu tezahüratları değil sadece artık kaybolan, ambiyans da yeni stadında aranır olmuş halde. Metin-Ali-Feyyaz’a, Pascal Nouma’ya atfedilen besteler yerini Wout Weghorst ile Beşiktaş tribününün özdeşleştiği Freed From Desire şarkısına bıraktı kendisini. Artık tribünler de daha kolaycı, üstüne üstlük sonuç odaklı. Netice varsa tribünler dolu, yoksa eski görkeminden uzak. Statlar artık adeta yediğin yemekler güzelse yeniden geleceğin birer restorana dönüşmüş halde, özetle müşteri memnun olmanın peşinde. İş yeri–müşteri ilişkisi nasılsa öyle. Stadyumlara yığılan on binler, verdikleri paranın karşılığı olarak galibiyet bekliyor, galibiyet yoksa aidiyet de yok, vazgeçiş hızlanıyor. Aidiyet artık kulüplere atfedilen duygudan ziyade başarıya duyulan bir istek halini almış.

Efsane teknik adamlar Menotti ve Bilardo’nun felsefeleri birbirine zıt şekilde futbolda akıcı ve keyif veren oyunla pragmatik ve sonuç odaklı stratejileri gündeme getirmişti. Menotti’nin felsefesi sanki tribünlere zühur etmiş ve 90’larda rüzgar gibi esmiş de biz şimdi Bilardo felsefesinin çağını yaşıyoruz gibi. İkisi de başarılı olmadı mı? Gayet tabii ki oldu. Şu an daha hazırcı ve pragmatik bir tribün kültürünün dönemindeyiz. Bunun geri dönüşleri de Bilardo’nun sunduğu ve sonuç aldığı felsefe gibi kenara atılabilecek türden değil.

Tribünler artık öncesi ve sonrasıyla kafa yorularak gidilen yerlerden çıkmış durumda, gidildiğinde hazırı varsa alıp uygulanan bir dönemdeyiz. Hayat öylesine hızlı ki, tribündeki insanı da pratik ve kestirme yollara sürüklüyor. Yaratılmış bir bestenin birlikte söylendiği dönemden yapılmış olan bir bestenin iyi bir editinin olduğu döneme geçerken, popüler kültür tribünlere üçlü çektiriyor.

Kapak: www.greenfield-it.co.uk

Bir Cevap Yazın