Sustu, konuşmak istemedi. Kim bilir belki unutmak istemişti. Türkiye’nin en önemli dağcılarından biri muhtemelen bu yazıda nefes kesen tırmanışlarının yazılmasını isterdi ama bu yazı onun unutmak istediklerini hatırlatmak için yazıldı.
Türkiye’nin içinden geçtiği zor zamanlar yakın geçmişle sınırlı değil, bunun için tarihin tozlu sayfalarını açıp 20. yüzyılın ortası gitmek iyi bir fikir olabilir. Yani 1950’li yıllara…
Türkiye demokrasisi 1950’li yıllarda can çekişiyordu, üstelik ülkede işsizlik ve ekonomi giderek dev bir soruna dönüşüyordu. Geçim kaygısı özellikle işçi sınıfını vurmuş, devleti yöneten erkler alternatif çıkış yollarının peşine düşmüştü. 1960’ların başıyla gündemi meşgul eden Federal Almanya’ya işçi göçü işte tam da bu dönemin bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Pek çok işçi için bir umut kapısı olan Batı Almanya’ya göç; aynı zamanda bulunduğu topraklara, geleneklerine ve çevresine fazlasıyla aidiyet hisseden bu grup için bir o kadar da zor bir görevdi. Federal Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere özellikle Batı Avrupa’nın desteğiyle Demokratik Almanya’ya göre daha özgür ve yaşanılası bir ülke imajı çizmeye çalışıyordu. Üretimi artırmak da Federal Almanya’nın hedeflerinden biriydi. Bunun için yeterli kaynağı yerli işçi gücünden karşılayamayan ülke için farklı ülkelerden işçi alımı mecburi bir hal almıştı. Federal Almanya’nın bu iştahı işsizlik sorunu yaşayan ve döviz açığıyla fazlasıyla boğuşan Türkiye için bir fırsattı. İki ülke ortak faydada buluştu ve 30 Ekim 1961’de yapılan anlaşmayla Almanya’nın batısı Türkiye’den işçi alımına başladı.
İlk giden grup ve bunu takip eden binlerce işçinin ilk amacı büyük bir aidiyet duydukları vatanlarına geri dönmekti. İyi para kazanıp Türkiye’de refah içinde yaşamaktan başka gayeleri yoktu. Batı Alman hükümeti özellikle sağcı gruplardan gelen baskılardan dolayı ve göçmen sayısını kontrol altında tutmak için gelen işçilerin en fazla iki yıl ülkelerinde kalmasını istiyordu. Bunun teori ya da dilekten öteye geçmediği bugün Almanya’da yaşayan gurbetçi nüfustan rahatlıkla anlaşılabilir.
İlk grup Düsseldorf’a gitmişti. Çalışma şartları kolay gözükmüyordu ancak işsizlik ve ekonomik sorunlar insanları çaresizliğe itiyordu. Bunun sonucu olarak her geçen yıl işçi akını artarak devam etti. 1964 ve ’65 yıllarına gelindiğinde Federal Almanya’ya en çok işçi gönderen ülke Türkiye’ydi. Bu sürekli göç, petrol kriziyle Batı Almanya’nın artık işçi kabul etmediğini açıkladığı 1973 senesinde 600 bine ulaşmıştı.
Türkiye’de hükümet istediğini almış görünüyordu. Göç eden işçiler Türkiye’ye soktukları dövizle ülkenin döviz açığını bir nebze olsun kapatırken, işsizlik giderek düşüyordu. Üstelik Federal Almanya’da Türkiye’den göç eden işçilerin zorlu koşullarda çalıştırılması ve sağcı grupların başını çektiği organizasyonlarla dışlanması Türkiye’de büyük bir milliyetçilik akımı oluşmasına da hizmet ediyordu.
Batı Almanya’ya göç eden işçiler başlarda farklı şehirlerde çalışsalar da Köln’de bulunan Ford fabrikasının geniş çaplı hızlı üretim stratejisi dahilinde işe alımları artırmasıyla birçoğu bu şehre yerleşti. Türkiye’den göç eden işçiler fabrikanın en ağır işlerinin olduğu bölümlerde çalışıyor, zamanla vücutlarında büyük tahribatlar yaratacağı aşikar olan görevlere getiriliyordu. Üstelik aldıkları ücretler yaptıkları işin kalitesiyle taban tabana zıttı. İzin almaları hasta olduklarında dahi neredeyse imkansızdı. Üstelik ailesinden uzak işçiler için durum daha da zordu. Hem sıla hasreti hem yoğun tempo onları hayli zorluyordu. Sessiz bir çığlık tüm fabrikayı sarıyordu ancak bunu dile getirebilecek ya da onlara yol gösterecek biri yoktu. Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine kadar bir lider arayan ve onun peşinden gitmeye alışkın topluluklar için organize bir tepki koymak, üstelik de gurbette, hayal gibiydi.
Tam da bu umutsuzluk ortamında ağır işlerin yapıldığı ve çoğunluğu Türk işçilerden oluşan fabrikanın Y bölümüne aylar önce gelen bir işçi fitili ateşledi. İyi Almanca konuşan bu genç aranan liderdi.
O Adam Bulundu
Baha Targün, 1969’da Almanya’ya bir öğrenci olarak gelmeden önce ismini sanat camiasında duyurmuş bir isimdi. Öyle ki genç yaşında Dormen Tiyatro’sunda sergilenen İttihat Terakki oyununda Fransız bir sözcüyü oynamıştı.
Tiyatro geçmişi uzun sürmeyen Baha Targün Almanya’da öğrencilikte de aradığını bulamadı. Belki maddi kaygılar, belki öğrencilik hayatı bu serüvenin kısa sürmesinin sebebiydi. Bazı farklı işlerde çalıştıktan sonra, isminin duyulacağı Köln fabrikasında işe girdi. İşte hikaye tam da böyle başladı. Kısa sürede sadece Türkiye’den gelen işçilerin değil, Alman ve diğer milletlere mensup işçilerin de yüksek üretim gücünü hedefleyen bu fabrikadaki çalışma şartlarından rahatsızlıkları olmuştu. İşin Türk işçiler açısından farklı bir boyutu da vardı. Zira yıllık izinlerini yetersiz bulan ve önceki yıllarda olduğu gibi izinlerini uzatmak için doktor raporu alan bir grup Türk işçi bu kez işveren tarafından işten atılmıştı. Atılan işçilerin yarattığı huzursuzluk bir yana, fabrikanın son montaj bölümündeki ağır işleri yapanlar ve en az ücreti alanlar genelde Türkiye’den gelen işçilerdi ve arkadaşlarının işten atılmasıyla zaten ağır olan iş yükleri daha da artmıştı.
24 Ağustos 1973 günüydü. Gece vardiyasında aralarında Baha Targün’ün de bulunduğu bir grup işçi kol kola girerek grevin fitilini ateşledi. Hızla onlara diğer milletlerden işçiler ve maaşlarını düşük bulan hatrı sayılır sayıda Alman işçi de katıldı. Türk işçiler aradığı ve sırtını dayayacağı bir lider bulmuştu. Grev dalgası büyürken Baha Targün ve sakal lakaplı Dieter Heinert grev sözcüsü seçilmişlerdi
Ertesi gün gündüz vardiyasına gelen diğer işçiler de greve katıldı. Sınırlı bir süre çalışıp ülkelerine dönmelerine kesin gözüyle bakılan göçmen işçiler hak arayışındaydı. Greve katılanlar bu grevin sembolik olarak en anlamlı yeri olan akan bantın son sürat yol aldığı son montaj bölümünde toplandılar. Baha Targün ve Dieter Reinert’ın başı çektiği 14 kişilik grev komitesinin işverenlerden istedikleri daha çalışabilir koşulların sağlanmasıydı.
Konunun fabrika içindeki hak arayışı olduğunu Baha Targün megafonuyla defalarca vurguluyordu. Farklı sol gruplardan grevi sahiplenmeye ve bu grevden bazı çıkarımlar sağlamaya çalışanlara da tepkileri sertti. İşçilerin talepleri; üç haftalık izin sürelerinin altı haftaya çıkarılması, eşit maaş politikası, dur durak bilmeyen otomatik bant hızının yavaşlatılması ve saatlik ücretin 1 Mark’a yükseltilmesiydi.
Ancak büyük bir problem vardı. Greve sendikadan destek gelmemişti. Sendika, kendilerinden habersiz ortaya çıkan bu tepkinin derhal son bulmasını istiyordu. İşveren tarafı da durmuyordu. Öyle ki greve katılan Alman işçilere bir takım imtiyazlar vererek zamanla onları evlerine gitmeye ikna etmişlerdi. Çoğunluğu sağlayan Türk göçmen işçilerin yalnız bırakılıp pes ettirilmesi hedefleniyordu. Başta Baha Targün olmak üzere Türk işçiler direnişe devam etti. İşverenlerin Baha Targün ile görüşmesi sonrası Targün’ün megafondan ilettiği şu sözleri ise grevin seyrini anlatıyordu.
“Arkadaşlar, streik geht weiter!”
“Grev devam ediyor!” diyordu Baha Targün. İşveren tarafından işçilerin isteklerine yönelik bazı olumlu dönüşler gelse de bunlar yeterli değildi. Büyük satış rakamlarına ulaşan Alman basınındaki bazı gazeteler Baha Targün başta olmak üzere Türk işçileri hedef tahtasına koymaya başlamıştı. Artık grevin bastırılacağı belli gibiydi. Grevin yedinci günü olan 30 Ağustos 1973 günü fabrikaya pek çok tanınmayan insan geldi ve grev karşıtı protestolar başladı. Kısa süre içinde yaşanan büyük arbede polis müdahalesini beraberinde getirdi.
Grev bastırılmıştı. Baha Targün başta olmak üzere grevde öncü olan 30’a yakın işçi gözaltına alındı. Birçok işçi de istifaya zorlandı. Yine de grevin bazı kazanımları da olmuştu. Çalışma saatleri düzenlenmiş ve ücret dengesi sağlanmıştı. Grevin merkezinde yer alan ve manşetlerden düşmeyen Baha Targün’ün geleceğiyse belirsizdi.
Kaynak: Yenihayat.de
Bir Garip Sessizlik
Grevin bazı sonuçları olacağı aşikardı. Bu sonuçların en büyüğünün medyanın grev süresince hedef gösterdiği ve artık tüm Federal Almanya’nın tanıdığı Baha Targün’e kesileceği kesin gibiydi.
Targün, sınır dışı edilmeyi beklerken Almanya’da bir süre daha kalmaya devam etti. Bu kez fabrikadan atılan işçilerin hakları için sokaklardaydı. Yine göze batmaya başlamıştı. Federal Almanya, bir neden bulup Targün’ü göndermeye çalışıyordu.
Bir gün gelen bir ihbar Targün’ü sokaklardan alıp ismini bir süre unutturmak için iyi bir fırsat yaratmıştı. Gelen ihbarda grevin büyük aktörü hakkında gasp, tehdit ve darp suçlamalarında bulunulmuştu. Deliller yeterli görünmüyordu ancak onu hapse atmak için delillerin yeterli olmasına ihtiyaç yoktu. 1974 yılında girdiği hapisten 1979 yılında çıktı ve ardından hızla sınır dışı edildi.
Türkiye’ye dönen Targün dizi senaristiliği yaptı ve ardından dağcılıkla ilgilenmeye başladı. Bu sporda çok iyi bir seviyeye gelmişti. Türkiye’nin aranan dağcılarından biri olarak eğitimler veriyordu. Ancak eski günlere dair kimseyle konuşmuyordu. 2020 yazında çok sevdiği sporu icra ederken en zorlu kanyonlardan biri olan Valla Kanyonu’nda iniş esnasında kaybolduğu açıklandı. Yaralı Targün’e altı saat sonra ulaşıldı. Yaşam mücadelesini bir hafta kadar sürdüren Targün, 17 Temmuz 2020’de hayata gözlerini yumdu.
47 yıl önce elinde diyafonla hiç durmadan hak arayan, konuşan ve göçmen işçiler için büyük farkındalık yaratan bir adamın Almanya’dan dönüşü sonrası neden konuşmadığıysa hep bir bilinmez olarak kaldı ve kalmaya devam edecek.