2022 Dünya Kupası, turnuvanın açılışından çok önce başlayan ve bittikten sonra da devam edeceğe benzeyen tartışmaları, son ana kadar heyecanın sürdüğü grup maçları ve sürprizleriyle son gününe ulaştı. Kupa finali gelip çatmışken, biz de Serbest Atış ekibi olarak hatıralarımızda geriye gittik ve geçmiş Dünya Kupası finali izleme deneyimlerimizi paylaştık.
‘Nereye Böyle?’: 2002, Brezilya-Almanya
– Ahmet Bozkurt
İnsana dair tüm hikayeler tıpkı insanın yaşamı gibi şekilleniyor. En azından az da olsa varlığını zaman zaman hissettiren hayat tecrübem bana böyle düşündürüyor. Yani duygulardan anılara, ilişkilere kadar her şey doğuyor, büyüyor sonra da ölüyor. Beni tutkuyla kendine bağlayan sporun birkaç branşı ile ilişkim de benzer süreçlerden geçti, geçiyor.
Daha okul sıralarını görmeden futbol topuyla tanışan pek çok Türk çocuğunun aksine, spora karate filmlerinin etkisiyle başlayan ilgim, pek tabii arkadaşlarımın etkisiyle bir süre sonra futbolu da içine aldı. Sokakta oynanan maçlarda, dönemin isimleri seslendirilen yıldızlarını tanımaya çalışarak izleyicisi olduğum futbol hem sahada hem ekran başında beni kendisine bağlamayı başardı.
Özellikle 2011’de yargıya taşınan süreçlerden sonra izleyici, taraftar olarak bağlarım neredeyse kopma noktasına gelse de futbol oynamak hala yemek yemek kadar keyifli. Futbolla aramızdaki gerileyen ilişkinin zirve dönemleri ise 2002 ile 2010 yılları arasını kapsıyor. Üç Dünya Kupası, iki Avrupa Şampiyonası izlediğim sekiz yıllık süreçte sevinçten de üzüntüden de ağladığım zamanları hatırlayınca hafızamdan silinmeyecek birkaç maçı ve günü tekrar yaşadım.
Milli Takım’ın başarıları, ilk kez oynamaya başladığım FIFA ve CM oyunları derken seçim yapmak zor olsa da tercihimi ilkinden, yani 2002 Dünya Kupası’ndan yana kullanıyorum. Türkiye’nin yıllar sonra ilk kez katılıp da üçüncü olduğu, gelmiş geçmiş en iyiler listesine onlarca oyuncunun girdiği, Uzakdoğu’nun futbol devriminin başrolü olan kupa ve tabii ki Brezilya ile Almanya arasındaki finali.
Saat farkından dolayı grup maçları okul saatlerine denk gelen kupanın ilk aşamalarını tam anlamıyla takip edememiştim. Ancak final, okullar kapandıktan sonra oynanmıştı. Okul bitmiş, ödev yok, iyi gelen karnenin rahatlığı derken daha güzel bir zamanlama olamazdı herhalde benim için. Ronaldo, Ronaldinho, Cafu, Rivaldo gibi yıldızların yer aldığı Brezilya kadrosu benim için hala tarihin en iyi ekiplerinden biri olmaya devam ediyor. Her ne kadar yarı finalde vurduğu “pis burun”la ülkemizin final hayalini elinden alsa da fenomen Ronaldo deyince de 2002 Dünya Kupası’ndaki Ronaldo’yu bilirim. Almanya’nın tek golle kazandığı maçlarla geldiği finalde de bu yüzden Brezilya’yı desteklemiştim. Çünkü futbol 90 dakika oynanıp da sonunda sadece kazanmaya çalışanların kazandığı bir oyun olmamalı. Aradan geçen yıllara rağmen hâlâ dans eden, gülümseyenlerin veya savaşan, kavga edenlerin kazanmayı da daha çok hak ettiğini düşünüyorum.
Adıyaman’dan iki saat uzaklıktaki bir ilçede, yazın en sıcak döneminde akşamüstü ismini bağırmayı hayal ettiğimiz yıldızların kapışmasını izlerken başka bir isteğimiz olamayacak yaşlardaydık o dönem. Zamanla ne biz bu kadar kanaatkâr kalabildik ne de futbol aynı kalabildi.
Değişen sistemler ve jenerasyonlardan sonra hep hatırladığım ve “Ne topçuydu be!” dediğim yıldızlar artık tarihin birer parçası haline geldi. Artık stadyumlarda seremoni tribünleri var. Benim içinse kupa kaldırmak deyince akla ilk Cafu geliyor. Cam sehpanın üstünde tek başına, Dünya Kupası ile baş başa bir kaptan…
O anlar: 1994, Brezilya-İtalya
– Anıl Kantemir
Bunu fazlasıyla düşünsem de sanırım bir Dünya Kupası finaline en iyi final diyebilmek için maçın çok da mükemmel bir maç olması gerekmiyor. Çok iyi bir Dünya Kupası finalini kaç kez izledik derseniz, onun sayısı da hayli kısıtlı. Hâl böyle olunca bu oldukça kapsayıcı organizasyonla ilk tanıştığım finali biraz daha öne çıkaracağım sanırım. Benim için en unutulmaz final maçı, ilk izlediğim 1994 ABD Dünya Kupası’ndaki Brezilya-İtalya mücadelesi.
12 yaşındaki futbol sevdalısı bir çocuk için internetin olmadığı ve maçlara ekranlardan erişimin kısıtlı olduğu yıllarda Dünya Kupası bir futbol organizasyonu olmaktan öteye geçiyordu. Adeta futbolun lunaparkında olduğunuzu hissettiğiniz ve lunapark ışıklarını söndürene kadar orada kalmaktan keyif aldığınız bir eğlence alanında gibiydik. En azından benim için öyle olduğunu söyleyebilirim. Sokaklarda bir Hagi, bir Maradona veya bir Baggio olduğumuz yıllarda pek de izleme şansı bulamadığımız bu isimleri bir arada görmek paha biçilmezdi.
Ankara’da başladığım kupa serüvenin final maçı gelip çattığında İstanbul’daydım. Yazları en az bir ayımın geçtiği İstanbul’da ilk Dünya Kupası finalimi izliyordum. Sanırım favori olmayan takımı desteklemeye olan yatkınlığım için çocukluğuma kadar inmek gerekiyor. Kuzenim, babam ve eniştem ile televizyon başına geçtiğimizde taraf olarak maçı heyecanlı kılmayı başaracağımızı düşünüyorduk. Ben İtalya’yı tutan taraftaydım. Biz kendi çapımızda maçı heyecanlı kılan bu taraf seçimini yapsak da, çok da görkemli oyunlarla finale gelmeyen iki takıma bu heyecanın geçtiğini söylemek zordu.
Dakikalar dakikaları kovalıyor, izleyenler bırakın golü gol pozisyonuna dahi muhtaç kalmaya devam ediyordu. Çok keyifli olduğunu söyleyemeyeceğim bir final maçı olsa da uzatmalar ve hemen ardından gelen penaltılar heyecan katsayımızı artırmaya yetmişti. Sonunda hafızalardan çıkmayan o ikonik anın da tanıkları olmuştuk. Roberto Baggio’nun üstten auta giden penaltısından bahsediyorum elbette. Maçı canlı izleyen benim gibi futbol meraklıları ve daha sonra izleme şansı yakalayanlar için, bunun Dünya Kupası tarihinin en ikonik anlarından biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Maç bittiğinde sahaya giren Brezilya yedek kulübesinde bir oyuncu dikkatimi çekmişti. Bu oyuncu, kupada bir dakika bile oynamayan Ronaldo’ydu. Benim ve ilerleyen yıllarda birçok aynı jenerasyonu paylaştığım futbolseverin favori oyuncusu olan Ronaldo ile tanıştığım bu an aklımdan çıkmıyor. Futbolun her anı sihirli, tıpkı benim Ronaldo ile tanıştığım ve aklımdan çıkmayan bu an gibi.
Gözyaşları ve kafa darbeleri: 2006, İtalya-Fransa
– Barış Korkmaz
Futbolculuk kariyerine tanık olabildiğim oyuncular içerisinde izlemekten en keyif aldığım oyuncu her zaman Zidane oldu. Pasları, çalımları, golleri bir kenara bırakıyorum, yalnızca topu sürüşünü izlemek bile o kadar güzeldi ki. O bambaşkaydı.
Küçükken hayatım -anne babamın evladı olmak dışında- bir topa sahip olmak ve o topla zaman geçirmek üzerine kuruluydu desem abartmış olmam sanırım. Zonguldak’ın, içinde epeyce komik karakter barındıran ilçesi Çaycuma’da büyüyordum. Mahallemizde Çaycumaspor’un eski kalecisi Süleyman Abi vardı. Zamanında amatör ligde oynayan bir oyuncu da olsa gerçekten futbol oynamış biriyle zaman geçirmek, hatta ona şut çekebilmek çok özel bir şey gibi geliyordu.
Süleyman Abi beni kızdırmayı severdi. 2000 yılındaydık. Euro 2000 finalinde Fransa ve İtalya karşı karşıya gelecekti. Fransa’yı destekliyordum. Beni kızdırmak istediği için mi bilemiyorum ama Süleyman Abi İtalya’nın kazanacağını söyleyip duruyordu. İddiaya girdik. İddiayı kimin kazandığını söylememe gerek yoktur.
Bitime 13 saniye kala Wiltord’un golüyle uzayan maç ve uzatmalarda Trezeguet’nin ayağından gelen altın gol. Çok ikonik anlardı ancak sekiz yaşındaki beni en çok etkileyen şey, Demetrio Albertini’nin, ellerinden uçup giden şampiyonluğun ardından döktüğü gözyaşlarıydı. Adeta bir çocuk gibi ağlıyordu. O yaşlarda insanın neye odaklanacağı pek belli olmuyor.
Aradan altı yıl geçti. Almanya, Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacaktı. Spor programlarında birileri sürekli Almanların organizasyon düzenlemede ne kadar başarılı olduğundan bahsediyordu. Kupa ilk defa TRT’den yayınlanmıyordu. Uydu alıcımızı kucakladığım gibi şifre kırdırmaya götürmüştüm.
2006, Zidane’ı son kez izleyeceğimiz turnuvaydı. Fakat duygusal yaklaşmadım ve bu kez Fransa’yı desteklemek içimden gelmedi. Fransa’nın o kadrosunda nedense beni iten bir şey vardı, sevemiyordum. 2002’de karşılaşıp durduğumuz için yolculuğu boyunca destekleyemediğim Brezilya’yı desteklemek daha cazip geldi. Ronaldo, Ronaldinho, Kaka, Adriano… Gel de destekleme.
O Brezilya, 1998’de olduğu gibi Zidane tarafından kupadan uzaklaştırıldı. Bazen bazı futbolcular maç içerisinde bir şeye sinirlenir ve ondan elde ettikleri motivasyonla büyük bir performans ortaya koyarlar. Zidane o turnuva boyunca sanki kafası bir şeye atmış da herkesi mahvetmek istiyormuşçasına bir futbol sergiledi.
Zizou; İspanya, Brezilya ve Portekiz’i evine yollarken İtalya ise nispeten daha kolay şekilde yarı finale gelmiş, yarı finalde ise iki tarafa da gidip gelen maçın son dakikalarında Almanya’yı eleyerek finalist olmuştu.
14 yaşımda ikinci kez Fransa-İtalya finali izleyecektim. Nasıl ki Fransa’yı turnuvada destekleyememeyi tam açıklayamıyorsam, finalde İtalya’yı neden desteklediğimi de hala bilmiyorum. Belki de altı yıl önce Albertini’nin gözyaşlarının çocuk zihnime serptiği tohumların filizleneceği tutmuştur.
İtalya kazandı. İki finalde de kazanan tarafta hissetmenin şımarıklığını birazcık yaşadım. Futbolu sevdiğini söyleyen insanlara sorulduğunda kaç tanesi kupayı getiren penaltıyı Fabio Grosso’nun gole çevirdiğini hemen söyleyebilir? Ama 2006 finalinde ne oldu diye sorulsa hızlıca alınacak bir cevap var: Zidane kafa attı.
’98 finalinin aksine, kafayı topa değil rakibe atarak sonuca gitmeyi seçmişti. Zidane’ı sevdiğim için durumu romantize ettiğimi düşünmenizi istemem ancak belki bu da Zidane’ın bir parçasıdır ve giderayak bize şunu söylemek istemiştir: “Harika bir kariyerim oldu, her şeyi kazandım ve buna ilaveten kimse bana hakaret edemez. Hoşça kalın.”
Kayıp 1 numara: 2010, İspanya-Hollanda
– Batuhan Özokan
Futbola ilişkin bir koleksiyon sahibi olmanın pek çok yolu var. Çıkartma albümleri, hatıra kartları veya maç biletleri… Çoğu futbolsever bu tarz koleksiyonları yapmaya çalışsa da bazıları mesafeli yaklaşabilir. Fakat her futbolseverin ilgiyle yaklaştığı bir koleksiyon vardır, formalar.
İspanya’nın kulüp futbolu seviyesinde Avrupa’yı kasıp kavurduğu yıllarda, herkes milli takımın da aynı ivmeyi yakalamasını bekliyordu. 80 yıllık turnuva tarihinde şampiyonluğu olmayan İspanya için Güney Afrika, doğru hedefti. Adım adım ilerlenen turnuvada düğümün çözüleceği son maça gelindiğinde Hollanda’nın direncini kırmakta zorlanan İspanyollar, uzatmalarda kilidi açarken tarihinin ilk şampiyonluğunu elde etmişti.
İspanya için tarihi bir şampiyonluk yaşanırken benim koleksiyonumun da artık yeni bir parçası vardı. Eğlence amaçlı başladığım forma koleksiyonuma 2010’da eklediğim forma, kupayı getiren golü atan Iniesta’nın 6 numaralı forması değil, takımı en arkada bekleyen Iker Casillas’ın formasıydı. Bunun bir sebebi yoktu. Forma güzeldi, belki de bu yeterliydi. Koleksiyonun ilk ve tek kaleci forması, dolaptaki askıda sırasını bulurken uzun yıllar sıranın başında yer aldı.
Okuldaki beden eğitimi dersleri, Real Madrid’in önemli maçları ve günlük yaşamda zaman zaman giydiğim forma, istemediğim bir şekilde benden ayrıldı. Herkes toplu taşımada kitap, şemsiye gibi eşyaları unuturken ben, 1 numarayı sıranın en sonundaki koltukta bırakmıştım.
2010 Dünya Kupası finali, İspanya’nın tarihindeki ilk şampiyonluk olarak tarihe geçerken benim için de koleksiyonun ilklerinden birini temsil ediyordu. Yıllar geçtikten sonra herkes o finalden akılda kalan şey olarak Iniesta’nın önünde seken ve kalecinin sağına gönderdiği topta bulduğu golü hatırlasa da benim için akla gelen ilk şey, Casilas yazılı 1 numaralı forma oldu. Finalin üzerinden üç turnuva geçti, Casillas futbolu bıraktı, 1 numaralı forma ise yerini bilmediğim bir yerde muhtemelen tarihin tozlu sayfalarına karıştı.
İTÜ’deki Maracana: 2014, Almanya-Arjantin
– Berkhan Günaydın
2014 Dünya Kupası finalinde herkesin aklı maçın oynandığı efsane Maracana’dayken benim aklım başka bir stadyumdaydı. İstanbul’daki İTÜ Stadyumu. Üstelik bunun futbolla, hatta sporun bir başka dalıyla bile bir ilgisi yoktu. 13 Temmuz 2014 gününün anlamı dünyadaki milyarlarca insan için Arjantin-Almanya finaliydi belki ama o gün İTÜ’de olan benim gibi birkaç bin insan için önemi, Metallica’nın son İstanbul konserinin gerçekleştiği gün olmasıydı.
Aslında 2014 Metallica’nın İstanbul’a ilk gelişi değildi. Daha önce 1993, 1999, 2008 ve 2010’da dört kere şehre gelmişlerdi. 1993 ve 1999’da İzmir’de bir öğrenciyken gitmem mümkün değildi ama 2008 ve 2010’daki konserlere ne olmuştu da gidememiştim açıkçası hiç hatırlamıyorum (umarım iyi bir sebebim vardır). Yani bu, hayatımın bir senesi boyunca (ortaokul üçüncü sınıftayken) başka neredeyse hiçbir şey dinlememecesine sevdiğim grubun konserine ilk gidişim olacaktı.
Bu şartlar altında Dünya Kupası finali çok da umurumda olmamalıydı belki ama futbolu da Metallica kadar seven bir insan olarak finalin aynı gün olduğunu öğrendiğimde biraz üzülmüştüm. Ama yapacak bir şey yoktu, dört yıl sonra yeniden bir Dünya Kupası oynanacağı kesindi ama Metallica’yı izleme fırsatını bir daha ne zaman bulacağım belli değildi. Nitekim o tarihten sonra bulamadım da.
Büyük bir coşkuyla, boynuz işaretleri ve headbang’lerle sesimiz kısılarak tamamladığımız konser sonrası organizasyon bir sürpriz yaparak dev ekrandan final maçını yayınladı. Aslında yaptıkları ilk sürpriz bu değildi. Berbat bir planlama yapmışlar ve konserin sonunda alanda içecek su kalmamıştı. Susuzluğumuzu sıcak RedBull ile gidermeye çalıştık. Tavsiye etmiyorum.
İşte Papa Het, Lars Ulrich, Kirk Hammett ve Robert Trujillo’nun verdiği sonsuz mutluluk ve harika deneyim; ancak aynı zamanda organizasyon şirketinin yarattığı anlamsız sefaletle 60-70’inci dakikalardan itibaren Arjantin-Almanya maçını izlemeye başladık. Sıkıcı geçen maçla ilgili hatıralarda iz bırakan çok fazla bir an yoktu. Tabii ki Higuain’in kaçırdığı gol dışında. Özellikle de benim gibi Arjantin ve Leo Messi taraftarları için. Sonunda Almanya kazandı ve biraz üzülsem de sevinçli olmak için daha fazla nedenim vardı.
İşte 2014 finalini, maçın oynandığı Maracana’nın binlerce kilometre uzağındaki, ondan 16 kat daha küçük İTÜ Stadyumu’nda izledim. Maracana futbol tarihinin en ikonik stadyumlarından biri, belki de birincisi. Ancak o gece benim Maracana’m İTÜ’deydi.
Dokuz sekiz, anarya: 1998, Fransa-Brezilya
– Emrah Güllüoğlu
Anarya Adana halk ağzında geri geri, arka arka demek için kullanılan bir sözdür. Aslı Fransızcada geri vites anlamına gelen ‘’arrière‘’ kelimesinden gelmektedir. Söylenen odur ki Adana’nın işgal yıllarında bir diğer adıyla kaç kaç zamanlarında Çukurovalının dilinde yer etmiş bir sözcük olduğudur.
Dünya Kupası gibi ritmik bir düzende ilerleyen her organizasyon bana, tıpkı yılların birer referans belirtmesi gibi, her turnuvanın insan hayatında bir kilometre taşı niteliğinde olduğunu düşündürür. İki organizasyon arasında değişen dünyaya ve değişen kendimize bir bakma, üzerine düşünme hissi uyandırır bende. Özellikle iki turnuva arası dört yıl bulunması bu değişimler arasındaki keskinliği daha da belirgin kılmaktadır.
İşte şimdi, bu düşünce ışığında ‘98 yılına baktığımda, bugün karakterimi en çok etkileyecek olaylardan birini henüz yaşamamış beni bulabildiğim son turnuvanın finalinin Fransa-Brezilya olduğunu görüyorum. Tabii ki o yıllarda bunu bilebilmenin imkânı yoktu.
‘90lar, bugünlerden bakıldığında nostalji duygusuyla özlenen zamanlar olsa da, hatta bu günlerden çok daha iyi hatırlansa da 1990’lı yıllara 4 yaşında girip 14 yaşında çıkan benim için hatıramdan bugüne süzülüp kalan Türkiye o kadar da matah değildi. Bir savaşı televizyondan canlı izlemek, hemen hemen her gün işlenen faili meçhul cinayetler, İncirlik hava üssü dolayısıyla Adana’ya Saddam tarafından atılabilecek olası bir kimyasal bomba için evin bir odasının kapı-pencerelerini koli bandıyla kapatmak gibi hafızamdan silemediğim kötü hatıralar. Koli bandının adı sırf bu sebepten bu coğrafyada Saddam bandı olarak da geçer. Bunun da bir ürünün yerelde aldığı role ve bir nevi markalaşmasına iyi bir örnek olduğunu düşünüyorum. Ez cümle, 90’larda da hayat tıpkı bugün olduğu gibi dokuz sekiz ilerliyordu. Dokuz sekizi; bir ölçüsünde dokuz diğer ölçüsünde sekiz ritim bulunan müziğin zaman ölçüsü olarak tanımlayabiliriz. Bir diğer adıyla aksak ritim. Bu aksaklık adeta hayatın ritmi gibi düşe kalka, değişe değişe ama bir şekilde devam ederek ilerler.
Brezilya’nın son şampiyon olarak çıktığı finalde, karşısındaki rakip ev sahibi Fransa idi. Fransa ise evinde ilk kez şampiyon olmak istiyordu. Ev sahibi, ülkesindeki ırkçı tartışmalar bir yana dursun İtalya’yı penaltılarla geçmesi dışında tüm 90 dakikaları galibiyetle tamamlamayı başarmıştı. Finalde Brezilya karşısında da gayet baskın oynayıp 3-0 gibi net bir skorla maçı kazanmayı başarmışlardı. 12 yaşında henüz futbola karşı tutkusunu kaybetmemiş, bilakis yeni yeni oturtmaya başlayan bendenizin gözünde bir orta saha oyuncusu olarak iki kafa golü atan Zinédine Zidane ilahi bir seviyeye çıkmıştı. Çünkü kafa vurmak ya santrafor ya da defansların işin olsa gerekti. Ama Cezayir asıllı bir Fransız çıkıp, hem de finalde, dünya futbol tarihinin en başarılı ülkesine iki kafa golü atabiliyordu. O Fransa kadrosu benim için halen izlediğim en dominant takımlardan biri olarak zihnimde yer etmekte. Bu his çocukluk hatıralarımdaki yerinden dolayı mı yoksa gerçekten de öyle mi bilemiyorum, orasını sizlere bırakıyorum zira benim bu olgunun gerçekliğiyle pek bir ilgim yok açıkçası.
Finalin ve 98’deki turnuvanın benim için önemli noktalarından bir diğeri de; ‘98 Ceyhan depreminden 15 gün sonra oynanmış olmasıdır. O dönemki evimiz, havaalanına çok yakın ve şehirler arası E5 karayolunun üzerinde bulunuyordu. Ev sık sık sallanırdı. Her kamyon-TIR gibi ağır vasıta geçişinde, uçakların iniş kalkışında evde sarsılırdık. Fakat bu seferki çok daha uzun sürmüştü. Sarsıntının bitmemesiyle üç katlı apartmanın ikinci katında bulunan evimizden koşarak aşağıya inmiştik o akşamüstü. Sonrasında, tabii dışarda geçirdiğimiz gecelerin ardından eve girebilmiştik. Memleketimiz olan Ceyhan’ın merkez üssü olan depremde akrabaların iyi olup olmadığını öğrenmek bile çok uzun zaman almıştı ve o korkuyu hissettiğimi hatırlıyorum. Televizyondan, sağdan soldan duyduğum, 12 yaşında bir çocuğun ölümü hiç ummadığım kadar yakından hissedilmişti. Ta ki iki yıl sonra, yazının henüz başlarında bahsi geçen ve bugün karakterimi de belirleyen en önemli olaylardan biri olan kaybı yaşayana kadar.
‘98 Fransa-Brezilya karşılaşması benim için, gördüğüm tüm şampiyonluk maçları içinde, bir sonrakiyle arasında en belirgin farkın olduğu final olarak kişisel mazimde yerini aldı. Üzerinden yıllar geçip tanık olduğum finalleri düşünene kadar Fransa-Brezilya finalinin benim için ne kadar değerli olduğunu anlayamamıştım.
Çaresiz: 2002, Brezilya-Almanya
– Eren Büyükyavuz
Rivaldo’ya kızgındım. Onun bundan tabii ki haberi yoktu ama ben Brezilya’yı desteklemeyecektim. Şurası bir gerçek, çocukken birisinden hazzetmezseniz, o kişiyi ömür boyu kolay kolay sevemezsiniz.
2002 Dünya Kupası’nın Türkiye’deki hemen her futbolsever için yeri ayrıdır. O zamanlar daha ilkokul dörde giden bendeniz için de tabii. Grup maçları oynanırken henüz okullar tatile girmemişti. Ama benim öğle yemeği için eve dönme şansım vardı. O bir saatlik yemek arasında, Brezilya karşısında gruptaki ilk maçın ilk yarısını izleyebilirdim. Maç başladı, dakikalar ilerledi ve tam devre olmak üzereyken Hasan Şaş o golü attı. Bu andan itibaren ikinci yarıyı izlememe gibi bir ihtimalim yoktu. Neyse ki sınavlar bitmiş, okul en azından tatil havasına girmişti. Bu sayede annemden kopardığım izinle okulu asıp, ikinci yarıda da televizyon karşısında kalabildim.
Maçın son anlarına kadar mutluydum da. Ancak son dakikalarda olanlar oldu. O an bana göre ceza sahasının dışında olan faulde hakem penaltı noktasını göstermiş, Rivaldo topu ağlara gönderip Brezilya’yı öne geçirmişti. Yetmedi, uzatma dakikalarının sonunda, korner direğinin yanı başında bacağına çarpan top sanki yüzünde patlamış gibi yerlerde kıvrandı. İşte bu andan itibaren Rivaldo’ya kızgındım. Finale çıktıklarında tabii ki onları değil karşısındaki rakibi destekleyecektim.
Grup aşamasında Suudi Arabistan ile karşılaştıkları maçta izlediğim Almanya, çocuk aklımla bana inanılmaz güçlü bir takım gibi gelmişti. Ne de olsa 8-0’lık bir galibiyet elde etmişlerdi. Attığı gollerden sonra bir de attığı taklalar Klose’yi benim gözümde dünyanın en iyi forveti yapmıştı. Kaleci Oliver Kahn’ı zaten biliyordum. O sene Leverkusen ile Şampiyonlar Ligi finalini kaybeden Ballack’ı ise nasıl şanssız bir kariyer beklediğini ne ben biliyordum ne de kendisi bunu tahmin edebilirdi. Sadece takımda değil, tüm turnuvada favori oyuncumdu Ballack. Fakat yarı finalde gördüğü sarı karttan dolayı cezalı duruma düşüp kaçırdığı final, belki de şanssız geçecek kariyerinin ilk sinyaliydi.
Tüm bu duygularla karşısına geçtiğim final maçı beklediğimden çok farklı ilerledi. Aslında tüm dünya maçın favorisinin Brezilya olduğu konusunda hemfikirdi. Fakat Rivaldo’ya olan kızgınlığım, Ballack için olan üzgünlüğüm benim gerçekleri görmeme engeldi. Üstelik sonradan öğrendim ki bu kadro, tarihin en zayıf Almanya kadrolarından birisiydi. Oliver Kahn, finalde topu Ronaldo’nun önüne çelmek yerine belki daha iyisini yapabilirdi ama aslında oraya gelene kadar elinden gelenin fazlasını yapmıştı. Çaresiz, direğe yaslandığı an belki o da bunun farkındaydı.
Ne finaller izledim, aslında yoktular: 2018, Fransa-Hırvatistan
– Yavuz Yavuz
Serbest Atış’ın Aralık ayı programını yaptığımız toplantıda, yoğun Dünya Kupası takvimimizi tamamlamak için kişisel kupa finali izleme anılarımızı paylaştığımız kolektif bir yazıya karar verdiğimizde içime bir kuşku düştü. Şimdiye kadar izlediğim [erkekler] dünya kupalarından, bunları takip etme ve birlikte izleme deneyimlerime ilişkin aklıma üşüşen pek çok şey vardı ancak bunların hiçbiri bir final maçını içermiyordu.
Neyin ne olduğunu biraz anlamlandırmaya başladığım ilk turnuva olan 2002’den aklımda kalan tek hatıralar, o dönem oturduğumuz Hasanoğlan’dan Ankara’ya giden bir otobüsün radyosundan dinlediğim grup aşaması ve babamın o zamanlar çalıştığı Talim-Terbiye’nin yanındaki Öğretmenevi’nin en üst katına kurulan bir televizyonda izlediğimiz yarı final maçı olmak üzere Türkiye’nin Brezilya ile oynadığı iki maça aitti. 2006 finalinde Zidane’ın kafasından maçın ertesi günü internette dolaşırken haberim olmuştu, 2010’da ise açılışını büyük bir heyecanla izlediğim turnuvanın devamında gelen maçlar pek ilgimi çekmemişti. 2014’te ise üniversiteden arkadaşlarımla Cezayir ve Kosta Rika için pek heyecanlanarak izlediğimiz Dünya Kupası benim için Almanya’nın Brezilya’yı yedi golle dağıttığı yarı finalde sona ermişti. Bütün bunların anlamı açıktı. Pek de iyi bir futbol seyircisi olmayarak, izlediğim dünya kupalarının başlangıcında kapıldığım heyecanı koruyamamış, turnuvanın şampiyonunu belirleme zamanı geldiğinde ilgimi çoktan kaybetmiştim!
Bu nedenle burada paylaşacağım izleme deneyimi 2018’deki turnuvaya ait. Her ne kadar yalnızca dört yıl öncesinden nostaljik bir havada bahsetmek ilk bakışta kulağa gülünç gelse de hem kişisel hem de politik tarihimizde içerdiği bir dolu şey yüzünden dört yıl dört asır gibi geldiği için bunun affedileceğini umuyorum.
2016’dan itibaren spor medyasında yer almaya başladığım için etrafımdaki heyecan halesinin iyice büyüyüp, dallanıp budaklandığı turnuvayı daha yakından ve düzenli takip etmek bir zaruret haline gelmişti. Bu seferki turnuvada grup aşamasını çok takip etmesem de üç maçın kazananını penaltı atışlarının belirlediği eleme turları beni pençesine almıştı. Hem rakibi İngiltere olduğu için hem de o dönemler daha yakından takip ettiğim Fransa Bisiklet Turu’na en sevdiğim sürücü Nairo Quintana’nın daha moralli başlamasını sağlayacağını düşündüğüm için gönlüm Kolombiya’dan yanaydı. Ancak Latin Amerika temsilcisinin penaltı atışlarının kurbanı olmasının ardından dikkatim, Arjantin’i yedi gollük bir düelloyla geçen Fransa’ya yöneldi. Fransa da ilgimi boşa çıkarmadı ve finale kadar ilerleyerek Hırvatistan’ın rakibi oldu.
15 Temmuz günü oynanan finalden önce mesaim Wimbledon tek erkekler finaliyle başlamıştı. Maraton gibi iki yarı finalden çıkan tenisçilerin mücadelesi uzun sürmemiş, Novak Djokovic Kevin Anderson’ı yenerek yaklaşık bir yıldır süren kötü gidişin sonunun geldiğini ilan etmişti. Bir zamanlar sıkı bir taraftarı olduğum, son zamanlardaysa yalnızca çok yakından takip ettiğim Djokovic’in zaferinin rahatlığıyla Dünya Kupası finalinin başına oturdum. Bundan sonrası biraz bulanık: Mandžukić’in kendi kalesine attığı gol, Griezmann’ın tartışmalı penaltısı ve ikinci yarıda maçı koparan Fransa… Ve tabii politika: Infantino’nun ev sahibi Rusya’nın devlet başkanı Putin’e uzun övgüleri, cumhurbaşkanı Macron’un Fransa’nın gollerindeki tuhaf sevinçleri ve Hırvatistan cumhurbaşkanı Kolinda Grabar-Kitarović’in ikincilik madalyaları verilirken Luka Modrić’i bağrına basması…
Final gününden üzerine en çok düşündüğüm kareler ise göçmenlerin ve Fransızların, Fransa sokaklarındaki şampiyonluk kutlamalarına ait. Elbette bunda, bu karelerin daha sonra Ladj Ly’nin etkileyici filmi Les Misérables’ın açılışında karşıma çıkmasının payı büyük. Ancak şimdi düşünüyorum da, izlediğimi net olarak hatırlasam da yine oynanan futbola dair aklımda çok bir şey kalmamış. Sanırım ben futbolu pek sevmiyorum…