İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yapılan ilk Yaz Olimpiyat Oyunları olan Londra 1948’e doğru yola çıkan Türkiye kafilesinde bir gazeteci de vardı.
Jale Günay bir sporcu değildi. Gazetecilik kariyerinde spor muhabirliği de çok büyük bir yer tutmuyordu. Ancak 1948 Yaz Olimpiyat Oyunları için Londra’ya yaptığı seyahat, onu Türkiye spor tarihinin önemli kilometre taşlarından birinin bir parçası haline getirdi.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye, kendini başlamakta olan Soğuk Savaş’ın kapitalist blokunda konumlandırmak istiyordu. Erken cumhuriyet Türkiye’si için yaygın bir şekilde olduğu gibi bu dönemde de uluslararası sportif temasları büyük ölçüde Türkiye’nin dış politika hedefleri şekillendiriyordu. Bu nedenle 1948’de St. Moritz’de düzenlenen Kış Olimpiyat Oyunları ve Londra’da düzenlenen Yaz Olimpiyat Oyunları’na katılmak, bütün maliyetine rağmen, savaşın dışında kalmış Türkiye’yi bu sefer seçeceği tarafa yeniden tanıtmak için önemliydi. Daha önceki Olimpiyat katılımlarında, yalnızca savaşın hemen öncesinde Berlin 1936’da başarılı sonuçlar elde edebilen Türkiye, bu defaki tanıtım faaliyeti için sporculardan başka yollar da deneyecekti.
Jale Günay, Cumhuriyet gazetesinde yazan İstanbullu bir yazardı. 1948 yılında, gazetenin World Sports dergisiyle birlikte Londra’da düzenlenecek olan Olimpiyat Oyunları’nı takip etmek üzere görevlendirilecek bir muhabir seçmek için açtığı yarışmaya katıldı ve 25 Haziran’da belirlenen dört kişilik kısa listeye girdi. Günay, kısa listedeki tek kadın yazardı. 30 Haziran’da yarışmayı kazandığı açıklanan Günay, World Sports’un 18 ülkede yaptığı yarışmayı kazanan iki kadından da biri olmuştu. Temmuz ayı sonunda Jale Günay’ın Londra yolculuğu başladı.
Jale Günay’ın Londra’dan gönderdiği mektuplardan, spor müsabakalarını takip etmekten çok diplomatik bir görevi olduğu anlaşılıyor. 29 Temmuz 1948’de Cumhuriyet’te yayımlanan bir yazısındaki şu bölüm, bunun örneklerinden biri:
“Hava meydanından doğruca ‘World Sports’ mecmuasının sahibi Mr. Michael Werdell’in evine gittik. (…) Yeni Zelândanın tanınmış şahsiyetlerinden biri de evinde misafir olarak bulunuyordu. Şirin bir ihtiyar olan bu zat, Kral ve Kraliçeyi Yeni Zelândaya davet etmek için gelmiş. Birkaç ay sonra gideceklermiş. Beni görünce, Atatürk inkılâbından evvel, bir Türk kadınının bu şekilde bir seyahate çıkıp, çıkamıyacağını sordu ve bizdeki değişikliklerden haberdar olduğu halde, beni görünceye kadar, bir Türk kadınının diğer memleketlerdeki kadınlara benzeyebileceğini tasavvur etmediğini söyledi. Diyebilirim ki, müsabakayı kazandığımdan beri, en mesud anım bu olmuştu.”
Dönemin, bir yandan yeni yeni inşa edilen ulusal kimliğin propagandasını yapmayı hedefleyen bir yandan da Olimpiyat Oyunları gibi uluslararası karşılaşma mekanlarını bu ulusal kimliğin nasıl görüldüğünden hareketle bir ‘tanımlama aracı’ olarak kullanan milliyetçi atmosferinin etkileri Jale Günay’ın yazılarında da görülüyordu. Örneğin Günay, 4 Ağustos’ta tefrika edilen mektubunda, kendisine Türkiye hakkında sorulan soruları anlatırken “Türk kadınının haremden çıktığına inanmak istemiyorlar” diye şikâyet ederken, Türkiye hakkında Londra’da bilinenleri de şöyle sıralıyor: “1 – Türk lokumu (çok beğeniyorlar), 2 – Türk sigarası (burada bol bol satılıyor amma Türk sigarası değil), 3 – Türk ordusu (çok güveniyorlar).”
Aralarında dönemin Londra belediye başkanının da olduğu çeşitli siyasetçilerle tanışan Jale Günay, BBC radyosunda da bir konuşma yaptı. Konuşmada izlediği atletizm yarışları arasından, o dönem sadece erkekler kategorisinde yapılan ve efsane Çek uzun mesafeci Emil Zatopek’in kariyerinin ilk Olimpiyat altınını 29:59.6’lık Olimpiyat rekoruyla kazandığı 10.000 metre yarışından bahsederken, Türkiye’nin güreş takımını da gururla anlatıyordu.
Türkiye için Londra 1948 birçok açıdan bir dönüm noktasıydı. 2021’de Tokyo’da düzenlenen Oyunlar’a kadar ülke tarihinin en başarılı olimpiyatı olan organizasyonda, Türkiye güreş takımı altısı altın olmak üzere 11 madalya elde etmiş, üç adım atlamada bronz kazanan Ruhi Sarıalp ise ülkeye tarihinin ilk atletizm madalyasını hediye etmişti. Futbol takımı ise önceki üç olimpiyatta ilk turda elendikten sonra makus talihini yenmiş ve Çin’i 4-0 mağlup ederek çeyrek finale yükselmişti.
Ancak bütün bunların yanı sıra 1948 yılı değişen bir dünyanın da habercisiydi. İkinci Dünya Savaşı bitmiş, kapitalist ve sosyalist bloklara ayrılan dünya iyiden iyiye Soğuk Savaş atmosferine girmişti. Daha sonra bunların yanında Üçüncü Dünya projesini ortaya atacak ülkelerse, eski sömürgecilerinden birer birer bağımsızlıklarını kazanmaya başlıyordu. Bütün bunlar olurken kapitalist blokta konumlanmak isteyen Türkiye, uluslararası temaslarına bu yönde ağırlık vermiş, bundan spor karşılaşmaları da payını almıştı. 1948 Yaz Olimpiyat Oyunları’nı takip etmek üzere Cumhuriyet tarafından World Sports dergisiyle işbirliği içinde yapılan bir yarışmayı kazanarak görevlendirilen Jale Günay’ın Londra yolculuğunda da bu atmosferin etkileri mevcuttu.
Jale Günay Londra’dan geldikten sonra da Cumhuriyet’teki yazılarına devam etti. Savaş sonrası toplum ve kadınlar hakkında, genelde sosyal konularda yazan Günay’ın Olimpiyat yolculuğu ise, Türkiye’nin erken cumhuriyet döneminde spora bakışını tanımlayan en önemli olaylardan biri olarak kayıtlardaki yerini aldı.