Tarih: 25.08.2020 Yazar: Emrah Gölbaşı Yorumlar: 0

Amerika Açık için geri sayıma geçmişken, bundan 70 yıl önce Harlem’in sokaklarında büyümüş bir kadın sporcu tarihin akışını değiştirmişti. Kazandığı her kupa, spordaki ırkçılığa karşı ayrı bir isyan olan Althea Gibson’un anısına…

23 yıl önce bugün New York’un dünyaca ünlü parkı Flushing Meadows’ta, Whitney Houston’un “One moment in time” şarkısının o harika melodisi, o akşam Arthur Ashe Stadyumu’nu dolduran binlerce kişiyi büyülüyordu. Müzik tarihinin gelmiş geçmiş en güçlü seslerinden olan Houston, “Bu benim için bir onurdur. Siz şampiyonlar, her biriniz hayatınızda zaman içinde o anı yaşadınız. Şimdi bu şarkıyı Arthur’a ve hepinize adıyorum.” diyerek, Arthur Ashe Tenis Stadyumu’nu, Amerika Açık Tenis Turnuvası’na bundan sonrası için ev sahipliği yapmak üzere açmıştı ve tarihe unutulmaz bir sesli not bırakmıştı.

O açılışın üzerinden geçen 20 yılın ardından, 25 Ağustos 2017’de stadyumun güneydoğusunda, tenis dünyası için birden fazla anlam taşıyan o günde bu kez tarihe görsel ve kalıcı bir not daha bırakıldı. Stadyuma ismini veren Arthur Ashe ile benzer bir yolda yürümüş olan, Amerika Açık’ı kazanan ilk siyahi oyuncu olarak tarihe geçen, tenisin öncü kadın figürlerinden Althea Gibson’un heykeli, stadyumun hemen önüne dikildi. Sonsuzluğa yükselmek üzere… O günden beri de Amerika Açık seyircileri, stadyuma girmeden evvel Gibson’ın “Umarım tenisi ve ülkemi şereflendirmeyi başarmışımdır.” cümlesini okuyor ve tenis tarihinin bu en önemli karakterlerinden birinin varlığını öğrenip onu bir kez daha anıyorlar.

25 Ağustos 2017’de açılan Althea Gibson’ın heykeli (Fotoğraf: Reuters)

Althea Gibson’ın 18 ton ağırlığındaki bronz heykeli, tenisçinin boyutlarının yaklaşık 4 katı olarak tasarlanmış. Ancak temsil ettikleri ve söyledikleri bundan kat be kat daha fazla… Sporda ırkçılığa karşı ilk başkaldıran ve kazandıkları ile özellikle tenis kortlarında renk ayrımcılığını kıran kült bir karakter o. 1956 yılında Fransa Açık’ı kazanmıştı ve o turnuva, Afrika kökenli bir sporcunun kazandığı ilk Grand Slam olarak da tarihe geçti. Bundan 1 sene sonra Wimbledon’da da zafere koşarak Fransa’da başlattığı devrimi bu kez İngiltere topraklarına taşımıştı. Kariyerinde tam 11 Grand Slam şampiyonluğu bulunan Gibson’ın, o dönem teniste rekabet ettiği diğer sporculara göre aşmak zorunda olduğu büyük engeller, mücadele etmek zorunda olduğu sosyal kodlar vardı. Hem kortların içinde, hem de dışında…

1927 yılında Harlem’de dünyaya gelen Gibson, 1950’de katıldığı ilk büyük turnuva olan Amerika Ulusal Tenis Şampiyonası’na (günümüzdeki ismiyle Amerika Açık) kadar ten rengi sebebiyle hiç bir turnuvaya kabul edilmemişti. Her ne kadar Amerikan Tenis Birliği etnik ayrımcılığı yasaklamış olsa da bu sadece kağıt üstünde kalmış bir karardı. Tenisçilerin büyük turnuvalara kabul edilmesi için belli bir puan bareminin üstünde olmaları lazımdı ve o puanların alınabileceği turnuvaları düzenleyen beyazların sahip oldukları tenis kulüpleri siyahi oyuncuların kendi turnuvalarında oynamalarına izin vermiyordu. Suzanne Lenglen ve Helen Wills gibi o yıllardaki en büyük rakipleri ise çok küçük yaşlardan itibaren turnuva oynamaya başlamışlardı. Gibson ise onlarla aynı kortta rekabet edebilmek için 23 yaşını beklemek zorunda kalmıştı. Dolayısıyla dünya sıralamasında da onlarla karşılaştırılamayacak bir konumdaydı ve büyük turnuva oynayamamanın verdiği tecrübesizlik onu rakipleri karşısında her anlamda dezavantajlı konuma getiriyordu. Nihayet 1950 yılında, kariyerinde 18 Grand Slam şampiyonluğu olan efsane tenisçi Alice Marble’ın yoğun uğraşları sayesinde Gibson, Amerika Açık’a davet edildi. “Althea Gibson, mevcut kadın oyuncular için bir meydan okumayı temsil ediyorsa, adil olan onların bu zorluğun üstesinden gelmeleridir. Bu da ancak Althea’nın turnuvada yer almasıyla mümkün.” diyerek tenis dünyasındaki ırkçı ve ayrımcı bakış açısına karşı gelmişti Marble ve spor için bir devrim sayılabilecek bir kararın alınmasında öncü olmuştu.

Althea Gibson: Hep özel birisi olmak istemişti

Onun hayatını anlatan bir çok makale, tenisçinin 1950’de, dönemin en başarılı sporcularından olan Louise Brough ile oynadıkları ikinci tur maçının hikayesine değinmeden geçmez. Son Wimbledon şampiyonu, seyircilerin sevgilisi Californialı sarışın Brough, Harlem’de doğmuş ve büyümüş siyahi Gibson’a karşı… Tribünlerdeki seyircilerin “Zenciyi yen! Zenciyi yen!” bağırışlarının altında oynanan karşılaşmada Gibson, bu utanç verici tepkilere rağmen henüz ilk büyük turnuvasında bir tarih daha yazmak üzereydi. İlk seti 6-1 kaybetmesine rağmen, ikinci seti 6-3 kazanmış ve son sette de 7-6 öne geçmişti Harlemli tensiçi. Tam o esnada simsiyah bulutlar, maçın oynandığı Batı Yakası Tenis Kulübü’nün üstüne toplanmış ve gökyüzü adeta delinmiş gibi yağmur yağmaya başlamıştı. Amerikan Tenis Birliği’nin bir yöneticisinin daha sonradan dediği gibi birileri tanrıları kızdırmış olmalıydı sanki. Şiddetli yağmur ile birlikte maç yarıda kalmıştı. Ertesi gün oyun yeniden başladığında maalesef Gibson, bir gün önceki görüntüsünden çok uzaktı. Cesaretini ve özgüvenini yitiren oyuncu, sadece 11 dakikada rakibine kaybetmiş ve turnuvadan elenmişti.

1950 yılında oynanan Brough-Gibson maçından bir kare (Fotoğraf: GettyImages)

Gibson için bu bir teslimiyet değil, başlangıçtı. O yağmurun ardından, küçük yaşlarda Harlem’deki evinden defalarca kaçarak hayata başkaldıran, beyazların tenis kulüplerine arka kapıdan girmek zorunda kalan ve turnuvalar kazanıp başarılı olduğu yıllarda dahi otellerden geri çevrilen bu inatçı kadın, kortlarda da sporu bıraktığı 1958 yılına kadar aynı inadından hiç vazgeçmedi. Yaşıtları gibi şanslı değildi. Tenis tarihindeki bir çok sporcunun aksine yoksul bir hayatın içinden çıkarak kendini kabul ettirmişti. Harlem’de yaşayan ailesi devlet yardımı ile ayakta kalabilen fakir bir aileydi ve Gibson o sokaklardan azmi sayesinde çıkabilmişti. Sadece tenis değil, golf, masa tenisi ve basketbol öğrenmişti. Bu azmi, emekliliğinin üzerinden geçen 6 senenin ardından bu kez bir golf oyuncusu olarak tekrar sporun içine girmesini sağlamış ve 37 yaşında bir golf turnuvasında yer alan ilk siyahi kadın sporcu olarak tarihe adını yazdırmıştı.

Neredeyse her biri “ilkler” kategorisine giren ve tenis müzesinin en nadide parçalarından olan kariyerindeki 11 Grand Slam şampiyonluğunun beşini teklerde, beşini çiftlerde ve birini de karışık dalda kazanmıştı Gibson. Grand Slam’lerde 53-9’luk etkileyici bir dereceye sahip olan sporcu, en başarılı olduğu turnuva olan Wimbledon’da 16 kez galip gelip sadece 1 kez kaybetmişti. Amerika Açık’ta 27-7, Fransa’da 6-0 ve son olarak Avustralya’da 4-1’lik dereceleri de yine tüm Grand Slam tarihinde de en başarılı sporcular içinde yer almayı başardı tenisin kraliçesi.

Althea Gibson, Whitney Houston’ın söylediği gibi kariyerinde bir çok “O an” barındıran bir sporcuydu. Yaşasaydı bugün 93 yaşında olacaktı. Irkçılık her ne kadar pençelerini insanlığın üstünden halen tam anlamıyla çekmese de Gibson, kendisinden sonra gelen sporcuları ırkçılığın, ayrımcılığın utancından ve şiddetinden kurtaracak olan yolda ilk ateşi yakmıştı. 3 sene önce bugün ise, o bu hayattan çoktan göçüp gitmişken heykeli Flushing Meadows’a dikilerek geç de olsa onurlandırıldı.

Bir kaç gün sonra Amerika Açık turnuvası seyircisiz olarak başlayacak. Bu kez Arthur Ashe Stadyumu’nun önünden kimse geçmeyecek belki ama Gibson’un heykeli, ırkçılığa karşı hala dimdik ayakta. Althea ise yıllar önce söylediği gibi, temsil ettikleriyle ve kazandıkları ile tenisi ve insanlığı fazlasıyla şereflendirdi…

* Çeviri: Zaman içindeki o an

Bir Cevap Yazın