Tarih: 26.09.2020 Yazar: Emrah Güllüoğlu Yorumlar: 0

Birlikte yapma deneyiminden tribün deneyimine…Emre Gündoğdu ve Sarper Takkeci ile Herkes İçin Mimarlık Derneği’nin motivasyonlarından, kişisel tribün hikayelerine uzanan lafın lafı açtığı bir sohbet…

Emrah : Öncelikle benim sizinle de tanışmama vesile olan dernekten başlayalım. Nedir bu Herkes İçin Mimarlık?

Emre : Herkes İçin Mimarlık nedir, bir dernektir aslında. Piyasada, akademide, başka yerlerde olsun mevcutta çalışılan mimarlık ortamının dışında farklı bir mimarlık yapabilir miyiz, bunun bir toplumsal, sosyal angajmanı olabilir mi, bunu farklı insanlarla yapabilir miyiz, tasarımından uygulamasına, araştırmasına farklı bir örgütlenme olabilir mi arayışı aslında.

Sarper : Herkesin dernekle ilgili kişisel bir hikayesi var. Katıldığımız bir Tedx konuşmasında dernekte başarısızlık hikayesinin peşine düşmek de mümkün gibi bir şey demiştik. Onu yapabiliyor olmak seni konfor alanından çıkarabilen bir şey. Çünkü normalde başarısız olmaya tahammül edemiyorsun ve sürekli yapıp başarabileceğin bir konfor alanı içerisinde kalıyorsun, dernek biraz bunun dışına çıkmayı sağlıyor. Biraz öğrencilik ruhunu da canlı tutuyor. Öğrencilikte en büyük lüksün başaramamak, kimse bunun için bir şey demiyor çünkü denemeler yapıyorsun. Derneğin de hissiyatı biraz böyle bir şey bence.

Emre : Uygulanan işler de dahil hepsi hayal edilen şeyler ama eldeki kaynakların durumu da belli. Eldeki kaynaklar para veya yapabilme kabiliyeti oluyor özellikle uygulama işlerinde. Burada da tavır, bu kaynakla bu iş üretilemezden çok, kullanıcı ve katılımcısıyla ne üretebileceksek birlikte üretmek. Ne bulabiliyoruz, ne üretebiliyoruz? Aslında biraz da pozitif bir anlamı var.

Sarper : Evet zaten negatif bir başarısızlık değil, öyle büyük travmalar, elimize yüzümüze bulaştırdık gibi bir şey değil, tam tersi.

Emre : Hem bir hayalci tarafı var derneğin; mimarlık yapma biçimini değiştirmek gibi, hem de projeleri yaparken gerçekçi bir tarafı da var; kaynağı nasıl bulacağız, nasıl yapacağız gibi. İkisinin arasında gidip geliyor.

Sarper : Ütopya gibi, ütopya deyince negatif çağrışıyor, işte kelimelere yüklediğimiz anlamlar. Ütopya kötü giden dünyada var, onu iyileştiren bir şey ama bozulmaya mahkum. Bu tam öyle bir şey değil aslında. Senin, mimarlık içinde bir ütopyan var ve onu yapmak için canla başla çalışıyorsun ve onu da yapması çok kolay bir şey değil, yapma ihtimalin çok düşük ama onun peşinden gidiyorsun. Deli işi aslında.

Emre : Estağfurullah.

Emrah : 🙂 Bu bahsettikleriniz takımın şampiyon olup olmaması umurumda olmaksızın takımının peşinden giden bir taraftar gibi. 

Sarper : Başkan (Emre) Galatasaraylıdır, bilmez pek o halleri. Ben Beşiktaşlı olarak söylediğine katılıyorum. Bir şeyi tamamlamak tabi ki büyük bir sevinç kaynağı ama süreç çok kıymetli. 

Emrah : Biraz da bir tribün yapma deneyimine gelelim. 2019 Ağustos’ta dernek olarak Erzurum  Ketenci’ye köyün okulu tadilat yapmak için gitmiştik. Okula ek olarak çevre düzenlemesinde top sahasına bir miktar tribün inşa etmeye çalıştık. Zaten Herkes İçin Mimarlık’ın köy okullarıyla hep bir ilişkisi olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz sanırım.

Emre : Evet, ilk işlerden Kargı ve Çaka da köy okullarıydı. Atık Köy Okulları projesi zaten halen mevcut. Boş kalan okulların ne olacağı sorusu hep derneğin gündeminde oldu. Bunların bir kısmı yalnızca tasarım aşamasında kalırken bir kısmı da uygulamaya dönebildi. Kimi okul olarak kullanılırken kimisi de farklı işlevlerde kullanılmaya devam ediyor. Erzurum’daki hikaye de aslında daha önce yapmış olduğumuz atölyelere bağlanıyor. Orada katılımcı olan bir öğretmen arkadaşımızın çağrısıyla Erzurum Atatürk Üniversitesi ile birlikte Ketenci’de bir proje gerçekleştirmiş olduk. 

Emrah : Ketenci’de hatırladığım kadarıyla tribün yapılması talebi köylülerden gelmişti?

Emre : Olabilir. Ketenci’ye ilk olarak 2019 Nisan’ında, Atatürk Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden 80 kadar birinci sınıf öğrencisi ve hocalarıyla birlikte gidilmişti. Okulun ve bahçenin ölçüleri orada alınmıştı, sonrasında onlar oraya dönem içinde proje ürettiler. Bir çok farklı konuda öneriler vardı. Hepsinde ortak nokta bir kütüphane ihtiyacıydı. Onu kesin yapacaktık zaten. İstanbul’da yapı fuarından kalan atık malzemelerle kütüphane birimleri İstanbul’da bir atölye sırasında üretilip Erzurum’a gönderilmişti. Saha talebi hep vardı, hatta muhtar oraya dozer, kepçe sokup düzlemek istedi. Biz de daha ilk günden tribünü yapma fikriyle gitmiştik.

Tribün ve Anı

Emrah : Erzurum’dayken de düşünmüştüm. Topu oynama bir performans ama izleme de bir performans.  Bir izleme alanının talep edilmesi bana keyifli gelmişti. Sonuçta yalnızca top sahası yapılıp bırakılabilirdi, gerçi alan çok taşlıktı biz de her şeyi hazır halde bırakamadık teknik yetersizlikten. Birlikte inşa etme sürecine geri döneriz, madem tribün bir izleme performansı dedik ikinize de sormak isterim; hatırınızda kalan izleme deneyimlerinizden bahseder misiniz, hem tribünden hem de ekrandan?

Emre : Tribün de var aslında ama bayadır da yok 2009’dan beri. Özhan Canaydın’a gıcık olmuştum, 2009 sezonundan beri tribünle ilişkim koptu. Sulu maçla ile birlikte bitti benim maçlara gitmem.

Emrah : Sulu maç dediğin Galatasaray – Fenerbahçe, sahaya pet şişelerin atıldığı maç değil mi?

Emre : Evet. Sonra bir tek eski stadın son maçına gittim. İlk gittiğim maç İnönü’de Galatasaray’ın Beşiktaş’ı 3-2 yendiği maçtı. Tribünlerin yarı yarıya olmasa da bugüne kıyasla çok daha fazla deplasman seyircisi alınan zamanlarıydı. Gol sevincinde uçan adam hatırlıyorum sene 92 idi, belki çocuk olduğum için öyle hatırlıyorum.

Sarper : Benim son maç 2013, Gençlerbirliği’ni 3-0 yenmiştik. Ondan öncesi bende biraz kayıp bir dönem var. Tigana kovulduktan sonra sinirlenmiştim zaten ‘yeter Yıldırım Demirören yeter’ dönemi o. Bir de 2007 idi sanırım Liverpool’u 2-1 yendiğimiz maç bizim burda. Maça dair ne hatırlıyorsun diye sorsan. İlk 15-20 dakika tribün şov dışında maça dair bir şey hatırlamıyorum. Passolig hiç çıkarmadım, televizyondan izleme alışkanlığım da pek yoktur.

Emre : Baydı.

Sarper : Evet baydı. Pek de öyle televizyonda maç izleyerek büyümedim. Bizim evde çanak anten vb. şeyler bağlanmamıştı. Hatırlarım babamla radyodan dinlerdik, Orhan Ayhan spikerliğinde farklı farklı illere bağlana bağlana. Sonra Cine5, Tele10 furyası derken, zaten ortaokul lisede hep tribündeydik. Sonra tadı çıkmaz oldu. Benim en aktif olduğum dönemler Optik Başkan’ın sağ olduğu zamanlardı. O zamanlar çok keyifliydi Beşiktaş tribünü, küfür falan vardı tabi ama orda olmak çok güzeldi. Mesela sana yaşını hissettirirlerdi, ağzını bozma küçüksün derlerdi. Küfür etmiştim bir kere hemen böyle bir azarlanmışlığım vardır. Sonra tribünde kimseyi tanımaz olduk, bir çok şey değişti, tatsızlaştı.  

Emrah : Tigana dedin, benim için Tigana televizyondan izleme deneyimimi baltalayan etmenlerden biriydi. Babamla Beşiktaş maçlarını izlerdik. Aslında Tigana değil de babam baltalıyordu izleme keyfini. Hatırlarsınız çok fazla kürdan kullanıyordu. Ekranda Tigana göründüğünde babam istisnasız her seferinde ‘pis adam, çıkar şunu ağzından’ diye diye artık kendiyle Tigana’lı Beşiktaş maçlarını izleyememe sebep olmuştu. 

Jean Tigana ve kürdanı ( Kaynak : Getty Images)

Emre : Benim de en aktif olduğum dönem Lucescu dönemidir, tüm Şampiyonlar Ligi maçlarına gitmiştim. İkinci sene ise kadronun dağılışı, Emre ve Okan olayları, Jardel’in gidişi. Galatasaray’ın zayıf kadrosu ama yine de Şampiyonlar Ligi’nde ikinci grupta son maçta elenilen ve ligde şampiyon olunan sene, iç sahada her maça gittim. 33. hafta şampiyonluk maçına Kocaeli’ye ilk defa deplasmana gitmiştim. O sezon güzeldi. Kasım, Aralık dönemiydi yanılmıyorsam İstanbul’a neredeyse 40 gün yağmur yağmıştı. Sami Yen’in zemini çok kötü oluyordu, o zamanlar da baya kötüydü. Sami Yen’de az seyirci gelince, yağmur da varsa ‘kapıları aç’ tezahüratlarıyla birlikte kapalıya yanlarsın, onu da bir kaç kez yaşadım. Yine Sami Yen’in karlı maçları meşhurdur, o sezondan merdiven basamaklarının görünmediği karla kaplı olduğu bir maçı da hatırlarım. Sezonun 34. haftası Yimpaş Yozgat maçında bilet bulmuştum ama stat çok kalabalıktı. Erken de gitmeme rağmen doğru düzgün bir yerde duramamıştım. Bütün sezon her maça geldik son maçta yaşadığımıza bak diye serzenişte bulunduğumu hatırlarım. Sonrasında yeni açığı bıraktık, eski açıkta maçlara gitmeye başladım öğrenci indirimi vardı, uygun oluyordu. İlk gittiğim maç İnönü’deki maçtı ama Sami Yen’de ilk gittiğim maç Petrol Ofisi maçıydı, sene 94 sanırım.   

Emrah : İnönü’deki maçta deplasman tribününde miydin?

Emre : Evet deplasman tribünündeydim. Ama şimdiki gibi değildi.

Sarper : O zamanlar üçte biri deplasmandı yanlış hatırlamıyorsam. Fenerbahçeli birinin sevincini tam yaşayamasa da bizim tribünde maçı izleyebiliyordu. Tabi ki kapalının ortasına gelmiyordu ama başka yerden bulamamış bilet, bulabildiği yerden geçip izleyebiliyordu maçı.

Emre : İlk maçım dediğim Beşiktaş maçına beş kişi gitmiştik abim, babam ve iki tanıdıkla birlikte. Tanıdıklar Beşiktaşlıydı. Biz de Beşiktaş tribününe gireriz diye düşünüyorduk, bilet bulamadık. Yanlarında atkılar falan vardı poşetten çıkarmadan izlediler maçı.

Sarper : Babamların böyle bir hatırası var. Beşiktaş, Kocaeli’yi 5-0 yenmiş, babamlar Kocaeli tribününün ortasındaymış. Hiç bir gole sevinememişler. En sonunda Kocaeli taraftarlarından biri abi tamam yeter 5-0 oldu, maçta bitti artık sevinin biraz’ demiş. Hatırlarım 97/98 sezonu Maribor maçına 12 yaşında kombinemi alıp tek başıma karşıya geçip maça gitmişim. Şimdi o yaşta bir çocuğum olsa hadi aradaki yolları bir tarafa bıraktım, tribüne yollar mıyım, sanmıyorum. Bizimkilerin durumu aslında güvenmekten de öte bir durumdu. Başına bir şey gelmiyordu ki zaten. Vapura kadar bir grupla gidiyordun. Çarşıdan stada zaten büyük bir topluluğun parçasısın yaşın kaç olursa olsun. Çarşıdan İnönü’ye kadar gidiyorsan dünya senin, o ağaçlı yolda. Sana bir şey olması imkansız zaten. Bu bütün bireyselleşme ile birlikte tribün o halini de kaybetti, deplasmana giden bir grup çok koyu taraftar dışında tribünde ait olma, bir topluluğun parçası olma hissi kayboldu. Aslında dert ettiğin tüm meseleleri unutup orada olma durumunu kaybettik. Anti-militer bir karaktersindir, ama o gün gelince stadın önünde ellerini kartal yapıp İstiklal Marşı söylüyorsun. O başka bir ruh hali. O bence kayboldu başka bir yere taştı. 2013 yılından beri demem çok da tesadüf değil. Kendi aramızda da dalga geçeriz, post 2013 Beşiktaş taraftarı diye bir kitle de var Gezi sonrası. O da ayrı bir mesele tabi. Ondan öncesi başka bir şeydi, seni her şeyden soyutlayıp bir yere götüren bir süreçti, o kayboldu. 

Emrah : Katılıyorum, bu duygu biraz da neoliberal Türkiye ile birlikte basın da dahil olmak üzere tüm bileşenlerde oluşan radikal değişimler sonucunda olmuş gibi hissediyorum. 

Emre : Özhan Canaydın dönemi demem de biraz bundan sebep. Lucescu’nun ikinci senesinde çok garip bir Galatasaray yönetimi vardı. Atarlı bir Mehmet Cansun dönemi, sonra Canaydın’ın gelip ‘ben gönüllerdeki teknik direktör Fatih Terim’i getireceğim, ben taraftar değil müşteri istiyorum’ söylemleri ile tribün ile arasındaki gerginlikler aslında hepsi ilintili şeyler. 

Emrah : Benim sizinki kadar çok tribün anım yok. Adana’da büyüdüm. Çocukluk yıllarımda Galatasaray taraftarıydım, Demirspor hep ikinci takım gibiydi. Büyüdükçe bu değişti, kendimi Adana Demir taraftarı olarak anmayı daha çok sever oldum. 2001/02 senesiydi yanlış hatırlamıyorsam, lisedeydim. Mitinglerinde döner ve kontör dağıtmasıyla meşhur %7 oy alarak neredeyse Türkiye tarihini değiştirecek olan Cem Uzan’ın Adanaspor’unun Galatasaray maçına gitmiştim. O Adanaspor’u da hatırlarsınız, sonrasında çokça oyuncusu da İstanbul takımlarına transfer olmuştu. O maça deplasman tribününden gitmiştim. Bilenler için söyleyeyim Adanaspor’un deplasman tribünü aynı zamanda Şimşekler’in bulunduğu tribün, kebapçı Kling Usta tarafındandır (Bu tarifi hep yapmak istemişimdir :), gerçi o da taşındı). O sokakta çokça turunç ağacı bulunur, Çukurova’nın her yerinde olduğu gibi. Maç başlamadan bulunduğumuz tribüne hemşerilerimiz tarafından turunç yağdırıldığını hatırlıyorum. 

Sarper : Çok yerel bir anı(!). 🙂 

Kimlik ve Tribün

5 Ocak Stadyumu’nda Adana derbisi (Kaynak : Eurosport)

Emrah : Adanaspor ve Adana Demirspor’un sizde nasıl bir algısı var, kulüp ve taraftar olarak?

Emre : Adana Demirspor tabi daha çok biliniyor ama çok da bilmem açıkçası nasıldır taraftarı.

Sarper : Biz şöyle bilirdik. Adanaspor daha çok neoliberal Türkiye, sermaye, endüstriyel futbol iken Adana Demirspor işçi kulubü, İngiltere’de gördüğümüz örnekleri gibi düşünürdük. Ama taraftar olarak bir farkı var mı fikrim yok. Mesela benim evde iki tane Demirspor atkısı vardır.

Emrah : Yakışır.

Sarper :  Logosunu da beğenirim. Ama taraftara dair genellemeler ne kadar doğru pek bilemem. Üç büyüklerde de yapılır, yok Galatasaray şöyleymiş Fenerbahçe cumhuriyet takımıymış. Bu biraz saçma bir yere gidiyor. Tribünlerin kendini meşrulaştırmak için yaptığı bir şey gibi, kimlik inşası gibi bir şey.

Emre : Her türlü görüş aslında her takımda var. Mesela 2005 zamanı Galatasaray kapalı tribününde Yürüyedur grubu vardı, ben de baya severdim eylemlerini. Ama Ultraslan da var bir taraftan. Başlarda bir sorun yoktu, sonradan kapalıda çıkan kavgalar da tribünden soğutan etmenlerden biriydi.

Emrah : Tribüne dair konuşmak istediğim noktalardan biri de buydu esasen. Katılıyorum size Türkiye’de taraftar grupları üzerinden böyle bir kimlik okuması yapmak pek mümkün gelmiyor. Dünyada örneğini gördüğümüz Boca-River, Celtic-Rangers gibi takımlar üzerine atfedilen tanımlar Türkiye’de genelde çalışmıyor. 

Emre : Aslında orada da pek çok yerde eskisi kadar çalışmıyor.

Sarper : Evet, Almanya’da belki biraz.

Emrah : Doğru. Örneğin Liverpool’un o kadar net bir ekonomik sınıf üzerinden kurduğu bir kimliği yok. O kadar büyük bir kitlenin tek bir sınıfa ya da ideolojiye mensup olması da pek mümkün değil. Adana Demirspor için de benzer bir durum olduğunu düşünüyorum. İçerisinde tabi ki atfedildiği gibi bir grup var ve hatta bu grubun çalışmaları sayesinde benim tribünde bulunmaktan en çok keyif aldığım maç gerçekleşti, Livorno’yu bir eylül sıcağında Adana’da ağırladık. 2009 yılında taraftar gruplarının diyaloglarının etkisiyle ayarlanan özel maç düzenlenmişti. Eylül başında o sıcakta sokakta zor yürürken sahada top oynamak tabii ki de mümkün değildi, öyle de oldu maç başladığı skorla bitti. Ama orada olmak her türlü özeldi. İşte sanırım bundan tribün biraz özel bir yer. İzlenesi bir şey yok belki ama hala birlikte olma duygusu hoş olabiliyor eğer ruh varsa. Benim de en güzel tribün anım o maçtandı. O yıllarda Adana’da yeni bir baraj açılmıştı ve her yerde Çatalan Barajı’ndan gelecek suyun kalitesi ile ilgili reklamlar vardı. Hava maç sırasında zaten sıcak, stat kapasitesinin üstünde dolu olunca hissedilen sıcaklığı tahmin edersiniz. Maç esnasında bekleyen itfaiye araçları tribünlerin hararetini almak için su sıkmaya başladı. Biz de kapalıdaydık, maraton tarafından tartan pistin üzerinden su sıkarak gelen araçları görünce tüm tribün zıplamaya ve tezahürat yapmaya başladık; ‘Çatalan’ın suyu geliyoor, geliyoooor’ diye. Seni serinletmek için gelen araca tezahürat yapmak ve daha fazla terleyerek araçtan gelen suyu anlamsız kılmak olsa olsa tribüne yakışır bir eylem şekli olsa gerek. Bir gün bir fırsat olsa Lucarelli’ye sormak isterdim, itfaiyenin tribünlere su sıktığı ve tribünlerin bunun için coşkuyla zıpladığını gördüğünde ne düşündü acaba.  🙂 

Çatalan’ın suyu 5 Ocak Stadyumu’nda

Uygulama ve Deneyim

Emrah :Buradan biraz da birlikte yapma, birlikte inşa etme deneyimine dönelim. Aslen tribün de biraz böyle birlikte yapma eylemi. Ketenci’de tüm inşa süreci boyunca o yetersiz ekipman ve yetersiz iş gücüne rağmen bir şeyleri yapmayı deneyimlemek benim için de ayrıca keyifliydi. Tribün için zemini kazamadık, kalıpları dengeli oturtamadık yerine. Mesela kalıpların altına taş koyarak dengelemeye çalıştık enteresan bir deneme oldu. Sahi şu an ne durumda haberin var mı?

Emre : Tribünün son durumundan bir haberim yok. Biliyorsun aslında orada planlı bir çalışma vardı, sahaya açılı bir yerden bakıp sahayla birlikte bahçenin farklı yerlerini de görmeye çalışan bir tribün yapmaya çalıştık. Sonra da doğaçlama okul binası ile lojman arasında kalan voleybol sahası olabilecek bir alana Çağrı’nın önerisi ile iki sıra tribün daha yapmıştık.

Emrah : Evet öncesinde bir çizim yaptık ama aldığımız mimarlık eğitimi büyük hazırlık süreçleri, yüklenen anlamlardan sonra sahada yeterli ekipman ve veri olmamasıyla, direkt yerinde yapma ve oradan bir çözüm çıkarma çok öğretici bir süreç.

Emre : Hatırlasın önce kepçe mi gelse derken kepçeyi bekleyene kadar biz yapalım deyip kazma kürekle işe giriştik. Sonrasında bu iş böyle devam edemez diye yapma şeklimizi değiştirerek devam ettik. Kütüphane kısmındaki dönüşüm süreci ise şöyle oldu. O sınıf önce düzenlenip biraz depo biraz da farklı etkinlikler için kullanılabilir olması düşüncesiyle başladı. Okul kapansa da köylünün orayı başka amaçlarla da kullanabilmesi için yapıldı. Tribün de aynı şekilde illa orada maç yapılması gerekmeksizin, köylü için yazları bir buluşma alanı olması istendi. 

Emrah : Tribün deyince aklımıza hep bir spor sahasına bakma durumu geliyor ama tribün illa da sportif bir eyleme bakmak zorunda değil. Tribün için bir buluşma alanı demek çok da yanlış olmayacaktır.

Emre : Tribün kelime kökü olarak da biraz oradan geliyor zaten.

Ketenci’de tribün kalıplarına malzeme taşınıyor. ( Kaynak : herkesicinmimarlik.org)

Emrah : Bugünden bakınca tribünü özledim mi? Evet. Bunca yıl passolig almadım, alasım da yok. Ben mi büyüdüm, nostaljik mi bakıyorum bilmiyorum ama izlediğimiz şey aynı değil gibi hissediyorum. 

Emre : Evet bayıyor biraz. Biz yaşlandık diye mi bayıyor yoksa futbol mu kötüleşti? Avrupa’da daha iyi futbol oynanıyor, doğru ama onu da izlemiyorum. Bu herhalde futbol endüstriyelleşmesi durumuna bağlanabilir. 

Emrah : İngiltere’yi izlerken bir parça daha fazla odaklanabiliyorum ama eskiden çok daha kalitesiz bir karşılaşmayı çok daha dikkatli izleyebiliyordum. Özetlerin hangi kanalda hangi saatte başladığını takip ettiğim noktadan şimdi bir çoğuna erişirken bazen maç izlerken kendimi bambaşka bir şey yaparken, oyun oynarken ya da Youtube’da bir video izlerken buluyorum. 

Sarper :  Ben bir şey sorayım. Bu bir döngü mü? Bizden önceki neslin de, babalarımızın da tribünle bir ilişkisi var ama sonra kayboluyor bu heyecan. Ama bu heyecanı hiç kaybetmeyen bir kitle de var, ömrü boyunca tribünden hiç kopmayan. Bu kitle, tüm topluluk içerisinde ne kadar yer kaplıyor? Aynı bağı aynı takıma sürdürebilmek ne kadar mümkün oluyor? Çünkü aslında sen yaşarken o takım sürekli değişiyor. Örneğin ‘Ahmet Dursun Seba gitsin’ zamanları 1999/2000 sezonunda tribündeyim. O zamanlar çok canım sıkılıyordu Seba’ya hiç böyle denir mi diye. Seba gidecek yerine daha iyisi mi gelecek, nitekim gelmedi de. 2000 yılı benim için bir kopuş, Seba’nın gidişi ve değişim. Aslında normal bir şeylerin değişmesi, doğal bir süreç. Aynı heyecanı sürdürmek çok zor geliyor bana, tribünde sürekli olmak zor, çok emek isteyen bir süreç. Kendini sürekli oranın zamanına hapsetmek gerekiyor. Tribünün zamanı da hayatın normal akışından farklı akan bir zaman. 

Emre : Artık eskisi gibi değil. Saatinde gir, bitince çık.

Sarper : Sadece öyle değil. Tribün mental olarak 2020 yılında değil, o başka bir zamandan artık. Sen Youtube’da video izlemeyi tercih ediyorum diyorsun, doğru. Maç bir tüketim nesnesine döndü, keyif de vermeyince 90 dakika ona tahammül etmek mümkün olmuyor. Bu sene Beşiktaş’ın maçını açtım, ikinci yarıya kadar dayanamadım. Tamam taktik izlemek hoş ama ben orta okulda okumuşum Jonathan Wilsonların kitaplarını, Football Manager oynuyorsun sonra izlemek güzel oluyor, dizilimler taktikler falan. O zaman merak ediyorsun, izliyorsun. Şimdi öyle değil ki 90 dakika salt keyif alayım diyeceğin yerde onu alamıyorsun. O yüzden bana eskisi gibi heyecanı korumak pek mümkün gelmiyor. Sürekli ona odaklanmak lazım. Onun yerine daha farklı spor dalları keşfetmeye başladım. Mesela taktikse Amerikan Futbolu izlemek daha rafine geliyor. Bisiklet örneğin insan bedeni ile ilişkisi futbol ile kurduğundan daha enteresan geliyor. Seyir zevki olarak bakarsan bisiklette de yedi saat bir tane atak olacak mı diye bekliyorsun gibi duruyor. Ama oradaki heyecan düzeyi başka bir seyir zevki. 

Futbol için de belki yerel bir kültürümüz olsaydı durum farklı olabilirdi. Ben Uzunköprülüyüm. Uzunköprüspor, Çengelköyspor ve Alibeyköyspor ile aynı grupta. İstanbul’da yaşıyorum Çengelköy deplasmanına gideceğim diye de motive oldum bir ara, Uzunköprüspor’u destekleyeyim onu takip edeyim dedim, orada da yalnız kalıyorsun. İşte burada olsa Uzunköprüsporlu birileri olsa birlikte gidebilsek maça, onun 1-0’lık galibiyeti daha anlamlı geliyor, Beşiktaş’ın herhangi birini yenmesinden. Yaşla ve içinde bulunduğumuz kültürel durumla da ilgili olarak böyle bir yorgunluk durumu var tribüne dair. 

Emrah : Birlikte olma meselesi önemli. Çevrende benzer eylemleri yapan insanlar azalınca alışkanlıkları devam ettirmek zorlaşıyor. Yıllarca aynı eylemliliği devam ettiren insanlardan bahsettin, Union Berlin geçtiğimiz sezon Bundesliga’ya çıkınca, Berlin’de bir mezarlığa ‘ne kaçırdığınızı bilmiyorsunuz’ yazılı pankart asmışlardı. Ömrünü bir takımı destekleyerek, bağlı şekilde geçirmek nasıl bir duygu acaba. Bir taraftan da ben de kendimdeki bu hissin hiç gitmemiş olmasını isterdim.

Union Berlin tribünleri (Kaynak : BBC)

Sarper :  Tabi ki. Düşünsene Beşiktaşlısın. Yıllar sonra namağlup şampiyon oluyorsun, bunu tekrar tecrübe edebilme müthiş bir histir. Maçları izlemesem de bunu görmek isterim ya da namağlup seneyi zamanda yolculuk yapıp görmek. Şimdi aklıma geldi babamla İstanbul’a geldiğimiz zamanlar muhakkak maça götürürdü. Bir seferinde Zeytinburnu maçına gitmiştik, Beşiktaş 1-0 yenmişti. Tribünde babama bir şey söylerken, gol oldu. Babam bana inanılmaz kızdı, golü kaçırdık senin yüzünden diye. Düşünsene bir kere oluyor, tekrarı yok şimdiki gibi. Şimdi geriye al kırk defa izle. Bence bu da biraz kaçırdı o hissi. Orada yaşayabileceğin biricik bir his iken, o artık sürekli tekrar edebileceğin bir nesneye dönüştü. Mesela Pele, kendisini izleyemedik ama kayıtlardan ya da anılardan takip ettik, belki bir mit ama biricikleşti. Şimdi öyle figürlerden bir sürü var sadece Messileri falan demiyorum onların dışında da bir sürü figür var, takip etmesi zor, her yerde görüyorsun gizemi kalmıyor işin. Mesela şu olsaydı, ben isterdim. Yerelle ilişkisini kurmak, bir yere ait olma hissiyle yaşamak ve onun tribününde olmak. Beşiktaş tribününde olmak da bir noktadan sonra çekiciliğini yitiriyor. Orada yaşamıyorsun. Örneğin ben zamanında Edirne’den Beşiktaşlı olmuşum. Sonra İstanbul’a geliyorum ama bir bağ yok yerle Beşiktaş özelinde. Union Berlin örneğinde onlar Berlinli ömürleri boyunca orada bir ilişki kurmuşlar. Manchester City satıldığında taraftarların bir kısmı isyan etmiş, takımı tutmayı bırakıp yerelde başka kulüpleri tutmaya başlamışlardı. İsterdim böyle bir ilişkim olsun ve hala da devam etsin. Öyle bir bağın olmayınca sürdürmek de zor oluyor. 15 milyonluk şehirde sürekli Şairler Parkı’nda ya da benzer bir yerde bulunup o ortamın içinde değilsen pek bir anlamı olmuyor. Galatasaray’ı düşünsene Mecidiyeköy’deydin yıllarca. Esnafı ve çevreyi tanıyorsun, maç günü gidiyorsun orada başka bir ilişkin var. Yerin değişti, Seyrantepe’desin sadece stat var, şehir ile ilişkin yok. 

Emrah : Galatasaray stadının taşınması kötü bir hamleydi. Adana’da da benzer bir durum var. Stat şehir merkezinden çıkıp uzak bir noktaya taşınıyor.

Emre : Mevcut stadın yeri ne olacak peki?

Emrah : Tartışma konusu o mesele, konuşulan ihtimaller var ama kesinlik yok. 

Kent ve Stat

Sarper : Bu kadar şey konuşuyoruz, senin şehrinin bir parçası orayla kurduğun ilişki ortadan kayboluyor. Derler ki eskiden de stat şehir dışındaydı. Alakası yok baya şehrin göbeğinde stadyum. Bu tarihte de böyle çünkü stadyum bir buluşma noktası. Şimdi sen onu alıyorsun şehir hayatının bir parçası olmaktan çıkarıp, 15 günde bir, senede 15-20 defa olacak bir etkinliğe döndürüyorsun. Şimdi tüketiyorsun, bitiyor. Zaman değişiyor, şehir ile kurduğu ilişki de değişiyor. Tribünde olmanın zorluğu da biraz buradan geliyor. Zamanın durduğu bir yerde olmak gerekiyor tribün için. Şimdi babamlarla konuşuyorum, onlar Uzunköprüspor’un maçlarına gidiyorlar hafta sonları 15-20 kişi. Yürüyorlar  on dakikada gidiyorlar tribüne, tribün dediğim de 2000 kişilik kapalı tribün. Deşarj oluyorlar. Maç sonu oyuncu, teknik direktör birlikte yürüyorlar şehrin içine, o başka bir şey. Çocukluğumuzda anlatırlardı, Fulya’dan Metin, Ali yürürlermiş taraftarla birlikte stada.

Emrah : O da izlemeye, eyleme dahil aslında.

Sarper : Evet o da tribünün bir parçası, orada başlıyor maç. Şimdi başarıyı satın almak önemli, burada başarı dediğim başarma duygusu. Onun için öncesi sonrası anlamlı olmuyor. Union Berlin örneğinden, orada ölmüş olan aslında çok da bir şey kaçırmıyor, zaten ömrü boyunca ordaymış ve desteklemiş. 

Emrah : Başa dönersek Sarper’in derneğin motivasyonunu anlatırken bahsettiği, sonuçta ulaştığın başarı ya da başarısızlıktan öte sürecin hepsinden kıymetli oluşu meselesi buraya bağlanıyor. Tribünde olmak da biraz böyle bir şey. Bence tribünde olan için ilk sırada şampiyonluk kazanmaktan öte orada olmak daha kıymetli, tabii bir de şampiyonluk olursa da güzel o ayrı. Burada yine Demirspor’a referansla sohbete bir son vereyim, tribünde dörtlükler zaten ‘şampiyonluk uzak olsa da’ diye biter.  

Kapak Görseli : Ketenci’de uygulanan tribünler Kaynak : Herkes İçin Mimarlık

Atölye hakkında daha ayrıntılı bilgi almak için : https://herkesicinmimarlik.org/calismalar/ketenci-yenileme-ve-bahce/

Bir Cevap Yazın