Tarih: 21.11.2020 Yazar: Emrah Gölbaşı Yorumlar: 0

Mavi köşede Amerika Birleşik Devletleri, kırmızı köşede Sovyetler Birliği… Politik arenadaki soğuk savaşın aksine, iki süper gücün olimpiyat oyunlarındaki ezeli rekabeti, tarihin en sıcak spor hikayelerini içeriyor…

Hafıza

90’lı yıllarda hayatımızda “atari salonları” vardı. Play Station kafelerin eski versiyonları olarak da isimlendirebileceğimiz bu mekanlar çoğunlukla izbe ve karanlık bodrum katlarında yer alırdı. Çocukluğumu geçirdiğim Burdur’da her gün okul yolunun hemen üstündeki benzer bir yer, arkadaşlarla uğrak yerimizdi. Bugünkü gibi fiyakalı oyun konsolları yerine, ıssız sahillerde ve çay bahçelerinde civardaki kızlara hava atmak için 1 liraya yumruk atılan boks makinelerine benzer kocaman oyun dolapları vardı o salonda. Mekan sahibinin büyük bir girişimcilik dehası olduğunu hatırladım eski anıları ziyaret edince. Zira sabah okula giden potansiyel müşterileri çekmek için okul öncesi bir “Happy hour” kampanyası yapıp, jeton fiyatlarını yarıya indirmişti bir ara. Elbette biz de bu bulunmaz fırsatı kaçırmayıp, sabahları uyku mahmuru gözlerimizle “bi el” Street Fighter atardık ders öncesi. Bazen oyuna dalıp öğlen yemeğinde yiyeceğimiz tost-ayran parasını jetonlara feda ederken, bazen de oyunda karşımıza giren büyüklerin birinden sağlam bir ders alıp erkenden okula yollanırdık.

Street Fighter
Street Fighter: Ken Masters ve Viktor Zangief

Amerika-Sovyetler Birliği rekabetinin hafızamdaki yansıması o atari salonu döneminde oluşmuştu benim için. Oyundaki karakterler arasında en çetin ve göze batan çekişmelerden biriydi Amerikalı dövüş ustası Ken Masters ile Sovyet güreşçi Viktor Zangief arasındaki karşılaşmalar. Sarı saçlı ve kırmızı kostümlü Ken, oyunun baş karakterlerinden birisiydi. Saldırı özelliklerinin çok gelişmiş olmasından ötürü de salonun müdavimlerinin sıklıkla tercih ettiği karakterdi o. Karşı konulamaz “Aparkatları” ve “Aduketleri” yüzünden nice oyun kolları kırılmıştı salonda. Tipik bir Amerikalıydı aynı zamanda. Yetenekli, güçlü, biraz vurdumduymaz ve disiplinsiz…

Zangief ise Sovyet ordusundan emekli, vücudunun her yeri yaralarla kaplı iri kıyım bir askerdi. Şampiyonluk kemeri, kırmızı güreşçi mayosu ve ilginç sakal tarzı ile oyunu hiç bilmeyenlerin ilk görüşte tercih edebileceği bir karakterdi. O da tipik bir Sovyet idi. Hem fiziksel özellikleri, hem hantallığı, hem de korku veren o robotsu hareketleri ile…

Oyunda aslında bu ikisi arasında bir rekabetten söz etmek çok mümkün değildi. Ken’in gelişmiş özellikleri ve Zangief’e göre çok hareketli olması yüzünden, genelde bu ikisinin karşılaşmaları Amerikalının açık ara galibiyeti ile sonuçlanırdı. En azından ben atari yıllarında Zangief ile salonda ses getiren bir çocuğa rastlamamıştım hiç. Ancak yine de hafızamda Amerika-Sovyet Birliği rekabeti, kulağımda yankılanan “yu es es ar” diyen dış sesin eşliğinde “Ken vs. Zangief” demekti benim için çocukluk yıllarımda…

Simge

Bir çocuk gözüyle bu rekabetin simgesi iki oyun karakteriyken, beyaz perdenin başka iki kurgusal karakteri de isimlerini ve bu rekabetin dinamiklerini tüm dünyaya ezberletmişti uzun bir dönem boyunca. Üstelik gerçek bir güç savaşının sınırlarını zorladıkları bir ringin üzerinde…

60’lı yıllardan sonra Hollywood’un bayıldığı bir film senaryosu oldu bu bol aksiyonlu, kumpaslı ve ajanlı Amerika-Sovyet Birliği rekabeti. Stanley Kubrick’in başyapıtı olan Dr. Strangelove’dan tutun da James Bond’lu Golden Eye’a kadar farklı yelpazede bir çok yapımdan söz etmek mümkün aslında. Bu senaryoların çoğunda, Hollywood yapımcılarının Sovyetleri daima “kötü adam” ya da “düşman” gibi stereotipler olarak tanımlamasını da hepimiz kanıksamıştık.

Kanımca, işin spor tarafında bu filmler arasında açık ara en iyisi olan biri vardır ki Amerika-Sovyet Birliği rekabetini en klişe taraflarıyla, olabilecek en ideal tiplemeleriyle anlatmıştır. Evet, 1985 yapımı Rocky 4 filminden bahsediyorum.

Filmde iki farklı olay örgüsü var çoğumuzun hatırladığı üzere. Birincisi bu iki ülke arasındaki o muazzam rekabet ki o yıllar en gerilimli dönemlerden biriydi aynı zamanda. Diğeri ise Rocky’nin, arkadaşı Apollo Creed’in intikamının arayışında olmasıydı.

Rocky’nin, bir zamanlar en büyük rakibi olan Apollo’yu ringde öldüren Sovyet Ivan Drago’nun karşısına çıkmak için emeklilikten geri dönmesi, spor filmleri arasında en büyük “underdog” hikayelerinin birinin oluşmasını sağlamıştı. Film, pek tabii ki “Amerika, herkese karşı” sloganı etrafında şekilleniyordu ve bol bol da Soğuk Savaş propagandası içeriyordu. Ancak hem Rocky’nin hem de Ivan Drago’nun ringdeki unvan karşılaşmasına hazırlık antrenmanları o yılların sportif rekabetine de çokça göndermeler yapıyordu. Elbette ki Amerikalıların gözlerinden…

Rocky antrenmanlarını izole bir şekilde dağlarda tepelerde koşarak, odun keserek yapıyordu. Rakibi Ivan Drago ise etrafında onu hazırlayan antrenör ordusu ile adeta bir laboratuvar ortamında finale hazırlanıyordu. Ivan Drago’yu canlandıran İsveçli oyuncu Dolph Lundgren’in kaslarına bol bol yapılan iğneler ise Sovyetlerin doping yaptığı iddialarına da gönderme niteliğindeydi. Senarist ve yönetmen çok da haksız sayılmazdı gerçi…

Filmin en can alıcı yeri ve hatta şahsi fikrime göre tüm Rocky serileri içindeki en iyi dövüş sahnesi olan final karşılaşması ise karşılıklı atılan onlarca “nakavtlık” yumruğa rağmen bitmek bilmeyen bir dans gibiydi. Amerikalılar ile Sovyetlerin rekabeti gibi ebedi olan ve iki dövüşçünün de düştükleri yerden daima doğruldukları bu maçın sonu hepimizin hatırlayacağı gibi Rocky’nin Amerikan Bayrağı ile omuzlarda olduğu o ikonik sahne ile bitmişti.

Peki gerçek hayat böyle miydi? Ken’in Zangief’i yendiği ve Rocky’nin Ivan Drago’yu alt ettiği gibi hep Amerikalılar mı kazanıyordu? Politik arenada buna cevap vermek benim ve bu yazının boyunu biraz aşıyor olsa da olimpiyatlardaki rekabet için bunu söylemek hemen hemen imkansız. O zaman cevapları bulmak için bu rekabetin sosyal ve kültürel tarihçesine bir göz atıp, sportif alanda yaşanan efsanevi bazı anlara gidelim…

Rekabet

Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya… Ya da komünizm öncesi adıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği… Bir zamanlar, yani Çin’in masada bu kadar söz sahibi olmadığı yıllarda “süper güç” denilince akıllara işte bu iki ülke gelirdi. Politik, ekonomik ve çoğunlukla da ideolojik etkenlerin yönlendirdiği Amerika-Sovyetler Birliği rekabeti, sadece siyasi bir eksende olmaktan çıkıp bilimde, sanatta ve teknolojide yıllar boyunca kendini gösterdi. Aslında bilindiği üzere her şey siyaset ile alakalıydı ve halen de öyle. Bu iki ülkenin siyasi sistemlerindeki farklılıklar en temel konularda uzlaşmalarını engelledi uzun yıllar boyunca. Hatta bu anlaşmazlıkların onları çoğu zaman savaşın eşiğine dahi getirdiğini söyleyebiliriz.

Tarih sayfalarını biraz geriye doğru çevirirsek, Stalin dönemindeki rejim, her iki ülke ilişkileri için aşılmaz bir engeldi. İkinci Dünya Savaşı’nda “ortak düşman” Nazi Almanyası’nı alt etmek için bir ittifak yapmış olsalar da Sovyetlerin ardından Doğu Avrupa ülkelerine karşı izlediği saldırgan politika, ezeli rekabetin paydaşlarının ortak bir siyasi uzlaşma platformu bulmalarının önüne geçti. Ardından yıllarca süren soğuk savaş dönemi başladı. Nükleer silahlanma yarışı, Afganistan üzerindeki güç savaşları ve ekonomik rekabetle birlikte, 90’lara kadar iki ülkenin adının yan yana geldiği her alanda bir çekişmeden söz etmek mümkün. Komünizmin yıkılmasının ardından, bu rekabetin bittiğini söylemek elbette imkansız ama artık globalleşen dünyada savaş; çoktan “soğuk” olmaktan çıkıp, ve hatta ideolojik yanını tamamen kaybedip, “kurumsal” bir rekabete evirilmiş durumda.

20. yüzyılın ikinci yarısını domine eden bu soğuk savaş yıllarının en büyük çarpışma arenalarından birisi de elbette spordu. Futbolu bir kenara bırakırsak bir çok branşta çok önemli bir çekişmenin ismiydi Amerikan ve Sovyet sporcuların karşılaşmaları. Olimpiyat Oyunları ise bu rekabetin boy gösterdiği en gösterişli sahne desek yanılmış olmayız sanırım. Sovyetler bu süreç içerisinde Kış Olimpiyatları’nda tartışılmaz bir hakimiyet kurmuşken, Yaz Oyunları’nda ise hiç bitmeyen ve gerilimi üst seviyede bir rekabet söz konusuydu.

iki ülkenin olimpiyatta kazndıkları madalyalar
ABD vs. SSCB: Olimpiyat madalya tablosu (Kaynak: http://www.great-sports-rivalries.com)

Sovyetler Birliği’nin kuruluşunun ardından katıldığı ilk olimpiyat turnuvası 1952 Helsinki Yaz Oyunları’ydı. 1948 Londra Olimpiyatları ise Joseph Stalin’den dönmüştü. Ekibinden, Amerika’yı madalya sayısında geçeceklerine dair garanti alamayan Sovyet lider, turnuvaya sporcu göndermeyi reddetmişti. Ardından 1992 yılına kadar katıldıkları dokuz turnuvanın altısında ise altın madalya listesinin tepesinde onlar vardı. Nazi Almanya’sında olduğu gibi Sovyetler Birliği de olimpiyatları, politik söylemlerini bütün dünyaya duyurabilecekleri en önemli platform olarak görüyorlardı. Bu dönemde olimpiyat madalyası kazanan veya ulusal ya da dünya rekorları kıran sporculara nakit para ödülleri vadedildi. Spor tesisleri, akademiler, koçluk ve eğitim programlarının tümü büyük miktarda devlet finansmanı aldı. 1960-1980 yılları arasında Sovyet hükümeti spor altyapısına büyük yatırım yaptı, stadyum ve yüzme havuzlarının sayısını ikiye katladı ve neredeyse 60.000 yeni jimnastik salonu inşa etti. Sonuçta devlet olarak yaklaşık yarım yüzyıllık olimpiyat maceralarında, bu yatırımlar karşılığını buldu denilebilir.

İki süper güç arasındaki en büyük sportif krizlerden birisi Sovyetler Birliği’nin ev sahipliği yaptığı 1980 Moskova Olimpiyatları’nda yaşanmıştı. Amerika Birleşik Devletleri ile birlikte Japonya, Çin ve Batı Almanya gibi bazı önemli devletler de Moskova’daki oyunları boykot etmişlerdi. Amerika’nın bu kararı bir çok çevreden destek aldığı gibi, tarihin en büyük sporcularından birisi de hem ülkesinin bu kararına destek olurken hem de atalarının topraklarındaki bazı ülkelere boykota katılma çağrısında bulunmuştu. Muhammed Ali, spor yaşamının neredeyse tamamında olduğu gibi savaşa karşı duruşunu ve politik gücünü burada da kullanmış, Nijerya ve Senegal’e bizzat giderek bu ülkelerin devlet başkanlarını boykot için ikna etmişti. Öte yandan Sovyetlerin bu tavra cevabı, dört sene sonra bu kez Los Angeles’ta düzenlenen oyunlara katılmayarak olacaktı.

Amerika Birleşik Devletleri ise olimpiyatların gediklisi. Boykot ettikleri 1980 Moskova dışında tüm oyunlarda yer aldıkları gibi tam beş kez de olimpiyatlara ev sahipliği yaptılar. Rekabete dair Soğuk Savaş dönemi verilerine baktığımızda ise yaz oyunlarındaki çekişmeyi çok daha net görebiliyoruz. İki ülke bu dönemde diğer ülkelerden çok daha fazla sayıda madalya kazandı. Ta ki 1970’lere kadar… İçlerinde Sovyetlerin de olduğu bir çok doğu bloku ülkesinin geliştirdiği doping programları, bu rekabette ibrenin Sovyetlere dönmesini sağlamıştı. Sırasıyla 1972, 1976, 1980 ve 1988’de listenin tepesinde Sovyetler vardı. Doğu Almanya da 1976, 1980 ve 1988’de madalya sıralamasında Sovyetlerin hemen arkasında yer alırken Amerika Birleşik Devletleri sadece, doğu bloku ülkelerinin katılmadığı 1984 olimpiyatlarında zirveyi görebildi.

Aşağıdaki grafikte özellikle 1964-1980 yılları arasında Sovyetlerin giderek yükselen performansı oldukça dikkat çekici. Kendi zirvelerini ise tam 195 madalya kazandıkları 1980 Moskova’da yakalıyorlar. Komünist rejimin sona ermesinin ardından ibre yavaş yavaş ABD’ye doğru kayıyor. Son olarak 2000 Sydney’de başa baş geçen mücadelede (93-89) sonraki yıllarda makas açılıyor. Rusya her ne kadar madalya sıralamasında halen ilk 5’te yer alıyor olsa da toplam madalya sayısında ABD’den tarihinde hiç olmadığı kadar geride kalıyor. Elbette, Sovyetlerin dağılmasının ardından bu tablo olağan bir durumu yansıtıyor.

Hikaye

Bu rekabet tabii ki rakamlardan çok daha fazlasını içeriyor. Her biri ayrı birer yazı konusu olacak, hafızalardaki olimpiyat müzelerinde en seçkin yerlere sahip hikayeler var iki süper gücün çarpışmalarının içinde. Soğuk Savaş’ın hem öncesinden hem de sonrasından en öne çıkan ve unutulmaz olanlarından bazılarını kısaca ziyaret edelim şimdi.

1972 Münih Olimpiyatları: Erkekler basketbol finali

ABD’nin uluslararası platformlarda başarılı olduğu onlarca branş varken, tartışmasız en baskın oldukları yer parkelerdi desek sanırım yanılmış olmayız. Özellikle NBA oyuncularından oluşan Dream Team ile birlikte ABD’nin basketbol karşılaşmaları adeta bir formalite maçına dönüşmüştü. Elbette her hanedanlığın bir sonu olduğu gibi, Dream Team rüyası da 2002’de Ginobili ve arkadaşları tarafından bir kabusa dönüştürülmüştü.

1972’deki bu maçın hikayesini yazarlarımızdan Anıl Kantemir, tüm detaylarıyla Bitmeyen Üç Saniye yazısında anlatmıştı. O karşılaşmanın en unutulmaz tarafı ise Sovyetlerin maçı nasıl kazandığıydı tabii ki. Maçın bitimine 3 saniye kala ABD, Doug Collins ile iki serbest atışı sayıya çevirmiş ve devamında SSCB’nin skor bulamaması ile altın madalya zaferini kutlamaya başlamıştı. Ancak basketbolun “masabaşı” tanrılarının buna itirazı vardı. Sovyetlerin istediği molanın verilmemesi sebep gösterilerek kronometre tekrar 3 saniyeye ayarlanmış ve bu sürede kırmızı formalılar pivotları Alexander Belov ile akıl almaz bir sayı bulmuşlardı. Altın madalya ABD’nin avuçlarından kayıp gitmişti adeta.

Sovyetlerin zafer anı…

Oldukça tartışmalı geçen bu final aynı zamanda basketbolun süper gücünün 1936 Olimpiyatları’ndan beri kaybettiği ilk maç olarak da tarihe geçmişti. İki ülke arasındaki rekabetin en ateşli anlarından birisiydi o maç. Öyle ki Amerikalılar resmi itirazlarından sonuç alamayınca madalya törenine dahi çıkmadılar ve hiç bir zaman da gümüş madalyalarını teslim almadılar.

1988 Seul Olimpiyatları: Erkekler güreş finali

Türk sporunun da olimpiyatlarda en güçlü olduğu dal olan güreş, bu iki dev ülkenin spor tarihinde de çok önemli yer kaplar. Mavi ve kırmızı mayolar bu rekabetin de simgesi gibidir. Özellikle de 1972 Münih’te ilk kez programa dahil olan serbest güreşte.

1984’teki boykot yılına kadar Sovyet güreşçiler altın madalyayı kimseye bırakmamıştı. Los Angeles’taysa Doğu Bloku ülkelerinin hiçbirisinin turnuvaya gelmemesi sayesinde Amerikalı Bruce Baumgartner minderde rakipsiz kalmıştı. Asıl rekabet ise bundan sonra başladı. 1984 yılında iki ülke güreşçileri ilk kez finalde karşılaştı. 130 kilo ağır sıklette bir önceki olimpiyat şampiyonu Baumgartner finalde Sovyet David Gobejishvili ile karşılaştı. Altın madalya bu kez Sovyetlere gidiyordu. Bundan 4 yıl sonra rejim değişikliğinin ardından Gobejishvili Bağımsız Devletler Topluluğu bayrağı altında Barcelona’daydı. Son şampiyon, bu turnuvada bronzdan öteye geçemezken, Baumgartner bir kez daha zirveye çıkıyordu.

Tarihin en unutulmaz ve şok edici finallerinden birisi ise 8 yıl sonra Sydney’de gerçekleşti. Minderdeki finalist sporcular ise bu ezeli rekabetin taraflarıydı yine. Tek fark; Sovyetler Birliği dağılmış, Rusya olmuştu. Grekoromen güreş tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ismi “Rus Ayısı” Alexander Karelin 13 yıldır yenilmemiş ve 6 yıldır da puan dahi kaybetmemişti. 25 Eylül 2000’de Amerikalı Rulon Gardner’ın karşısına çıktığında, bunun efsane ismin kariyerinin son maçı olacağını kimse bilmiyordu. Karşılaşma Gardner’ın 1-0’lık üstünlüğü ile biterken, Karelin de kariyerine son noktayı yenilerek ama başı dik bir biçimde koyuyordu.

2000 Sydney Olimpiyatları: Erkekler serbest yüzme

Her ne kadar, 1988’den sonra Sovyetler Birliği ismiyle olimpiyatlarda yarışan bir devlet artık olmasa da, yıllar boyunca ABD’nin hakimiyeti altında bulunan yüzmede 1996 Atlanta ve 2000 Sydney’de serbest kısa kulvarda Rus Alexander Popov ve Amerikalı Gary Hall Jr’ın bolca laf dalaşı da içeren rekabetleri hatırlanmaya değer.

Popov Atlanta’ya 1992 Barcelona’da 50 ve 100 metre serbest stilde kazandığı çifte şampiyonlukla geliyordu. Atlanta’da ise Popov havuzun hala tek hakimiydi. Rus sporcu her iki branşta da Amerikalı rakibini geçerek altın madalyaya uzanırken, bu alanda üst üste iki olimpiyatta duble yapan ilk yüzücü olarak da tarihe geçmişti. Bu çetin rekabet hem bu yarış sonrası hem de sonraki yıllarda havuzun dışına taşacak kadar gerilimliydi. Popov iki altınını boynuna takmasına rağmen yarış sonrası, Hall Jr için “kaybeden” bir aileden geldiğini ve hiç bir zaman bir şampiyon olamayacağını söylemişti, Amerikalı yüzücünün daha evvel 2 gümüş ve 1 bronzu olan babasına atıfta bulunarak. Hall Jr’ın ilk cevabı bu bakış açısının ne kadar sığ olduğunu söylemek olmuştu. Ancak asıl yanıt 4 sene sonra Sydney’de gelecekti.

Amerikalı yüzücü bir kaybeden olmadığını 50 metrede vatandaşı Anthony Ervin ile paylaştığı altın madalya ile ispatladı bu kez. Popov ise bu dalda madalya kazanamazken, o sene oyunları domine eden Hollandalı efsane yüzücü Pieter van den Hoogenband’ın ardından 100 metrede kazandığı gümüşle teselli buldu. Sonraki yıllarda Popov kuvvetle muhtemel yıllar önce söylediği sözlere pişman olmuştu. Çünkü Hall Jr 2004 Atina’da altın madalya sayısını 5’e çıkararak, 4 altınlı Rus rakibini geçmişti.

Popov’un Hall’u 0.08 saniye ile geçtiği 50m finali

Süper güç tanımlaması bu iki devlet için hiçbir zaman masum olmadı. Dış politikaları yıllar boyunca dünyaya zarar vermekten öteye geçmedi. Biz televizyon başında ya da sinemada KGB’li ve CIA’li ajanları, Rocky’leri, Ivan Drago’ları izler, atari salonlarında Ken ile Zangief’leri kapıştırırken dünya giderek üzerinde yaşaması daha da zor bir yer haline geldi. Spor da çoğu zaman bu politikaların kurbanı ya da en iyi ihtimalle sahnesi oldu. Yine de içinde barındırdığı hikayelerle, rekabetin zirve noktasını yaşayan ve yaşatan Amerika-Sovyetler Birliği çekişmesi halen hafızalarda biraz silik, biraz tozlu ancak çokça da o tutkulu ve gerilimli taraflarıyla yerini asla kaybetmedi.

Bir Cevap Yazın