Tarih: 30.09.2020 Yazar: Emrah Gölbaşı Yorumlar: 0

“Bazı kusurlarınız hayatta kazanmak için sizin en büyük değerlerinizdir”. Avrupa futbolunun içinde bolca drama barındıran, en eşsiz ancak en “kusurlu” başarılarından biri olan, Danimarka’nın 1992 Avrupa Şampiyonluğu’nun hikayesi…

Futbol tarihinin gelmiş geçmiş en büyük sürprizleri sıralanırsa, Danimarka’nın 1992’de ve Yunanistan’ın 2004’te kazandığı Avrupa Futbol Şampiyonlukları yüksek ihtimalle ilk 10’da kendilerine yer bulacaktır. Farklı futbol anlayışlarının baskın olduğu dönemlerde kazanılan ve aralarında tam 12 sene olan bu şampiyonlukların çok önemli bir ortak noktası var. Her iki takımın da kupaya uzanırken, felsefelerini üzerine kurdukları “sevimsiz” bir savunma temelli futbol anlayışı…

“Sevimsiz” kelimesinin özellikle altını çizmek istiyorum çünkü oyundaki genel algı, savunma odaklı tüm futbol taktiklerinin 1950’lerden beri küçümsenmesine ve bu tarz benzeri sıfatlarla yaftalanmasına sebep olmuştur. Ancak şöyle de bir gerçek var ki bazı dönemlerde savunma felsefeleri, bağlamından koparılarak taktiklerin ötesine geçmiş ve saha içinde oyunu türlü şekillerde çirkinleştirmeye ve sıkıcı bir hale getirmeye kadar gitmiştir. Helenio Herrera’nın 1960’ların sonlarına damga vuran “Büyük” Inter’i, o döneme göre yenilikçi bir taktikle tüm kupaları silip süpürmüştü. Tüm bu başarıları kazanırken onların göze hoş gelen bir futbol oynadığını söylemek elbette zor. Inter’in oyun planı, disiplinli ve kırılmaz bir savunmanın üzerinde şekillenen kontrataklara dayalıydı. Bu kırılmaz savunmanın ana unsurlarından biri de saha içindeki fiziksel ve saha dışındaki mental sertlikti. Herrera, Katenaçyo’yu tarihin sayfalarına yazarken, kulübün içinden gelen “şike” ve “doping” temelli pis kokular ve takımın genel zihniyetinin içine işleyen olumsuz psikolojik faktörler yıllar geçmesine rağmen o dönemin halen akıllarda olan negatif imajının en önemli parçalarıdır.

Keza, 2004’teki Avrupa Şampiyonası’nda, Yunanistan tarihi bir zafer elde etmesine rağmen, mavi-beyazlı oyuncuları neredeyse sadece serbest vuruş ve köşe atışlarında rakip yarı sahada görüyorduk. Yunanistan’ın bu sürpriz yolculuğu tüm dünyanın ilgisini çekse de, kupa ilerledikçe Fransa, Çek Cumhuriyeti ve Portekiz’in hücum odaklı oyunlarını pasifize etmeleri aynı zamanda bir çok kesimin antipatisini kazanmıştı. Yunanistan, bu futbol festivalinin verdiği keyfin üzerine limon sıkan bir oyun bozandı birçoğumuzun gözünde.

1990’da Maradonalı Arjantin’i izlerken, oynattığı aşırı defansif futbolla Carlos Bilardo’ya gözlerimizi kanattığı için pek de olumlu duygular beslememiştik o yıllarda. Maradona için ekran başına oturan tüm futbolseverler, Bilardo’nun neredeyse 7 savunmacı ile oynattığı futbola tahammül etmek zorunda kalmıştı. Elbette bizim hislerimizden bağımsız, Arjantin toplamda sadece beş ve akan oyunda sadece bir gol bulduğu turnuvada finale kadar çıkıp bir başarı hikayesi yazsa da, oynadıkları futbol ağzımızda kötü bir tat bırakmıştı.

1992’deki Danimarka’nın ise, o güne kadar kazandığı elle tutulur tek başarısı Euro 84’te çıktıkları yarı finaldi. Ancak bu bile ülke halkını fazlasıyla tatmin etmişti çünkü takımları, “keyif veren futbol” anlayışının Hollanda ile birlikte Avrupa’daki en önde gelen temsilcilerindendi. Öyle ki o Danimarka takımı, maç içinde bir anda patlama yapıp rakiplerini sürklase ettikleri için “Danish Dynamite” olarak anılıyordu. Michael Laudrup, Søren Lerby, Preben Elkjær ve Frank Arnesen gibi son derece teknik, dünya yıldızı oyunculara sahiplerdi. Laudrup için o takım Avrupa’nın Brezilyalılara cevabıydı. İzleyenler ise onları 82’nin Brezilyası ve 70’lerin Hollandası ile bir tutuyorlardı. Bu göz kamaştırıcı oyuna ve yıldız oyunculara rağmen, eksik olan bir şey vardı. Hırs, disiplin ve kazanma arzusu…

1992 yazının ardından, bu muhteşem takımın tüm bu eksikliklerini karakterinde fazlasıyla barındıran teknik direktör Richard Møller Nielsen sayesinde Danimarka artık sadece “sempatik” bir takım olmaktan çıkıp “şampiyon” bir ülke olarak anılacaktı. Danimarka’nın bu destansı hikayesini hırs, değişim, psikoloji, taktik ve başarı ekseninde anlatmaya başlayalım…

Hırs: Piontek’in halefi Richard Møller Nielsen

Danimarka’nın 1992’deki şampiyonluğu eşi benzeri görülmemiş bir futbol masalı olsa dahi, turnuva boyunca oynadıkları futbol yer yer o masalın içindeki bir kabus haline dönmüştü. Vikingler turnuvaya katılma hakkı elde edememelerine rağmen, Yugoslavya’nın balkanlardaki savaş sebebiyle son anda turnuva dışı bırakılma kararı, Danimarkalı oyuncuların hiç beklemedikleri bir anda Euro 92 için İsveç’in yolunu tutmalarına sebep olmuştu. Bu sıra dışı hikayeyi efsanevi bir anlatım içine sokmak için elbette bir sürü yan hikayeler eklendi zaman içinde. Bunlardan bir tanesi de oyuncuların birçoğunun bu son dakika gelişmesinin haberini aldıklarında tatilde şezlonglarında yatmakta olduklarıydı. Evet, bazıları gerçekten deniz kenarında güneşleniyordu ancak kadronun büyük bir kesimi o esnada 1994 Dünya Kupası hazırlıkları kapsamında Rusya ve Ukrayna ile yapılacak hazırlık karşılaşmaları öncesi kamptaydı. Yani Danimarka, hep bilindiği gibi “ham” bir takım olarak gitmeyecekti İsveç’e…

Sepp Piontek ve yardımcısı Richard Möller Nielsen

2014’teki vefatının ardından yerel bir futbol efsanesi haline gelecek teknik direktör Richard Møller Nielsen, 1990 yılından beri takımı çalıştırıyordu. Ülke futbolunun kaderini değiştiren adam olarak bilinen ve Türkiye futbol tarihinin sayfalarında da çok önemli bir yeri olan Alman teknik adam Sepp Piontek‘in ardından federasyon tarafından biraz da gönülsüz bir şekilde bu göreve getirilmişti Nielsen.

Aslında onun ismi, o dönem için en ideal seçim olarak gözüküyordu çünkü yıllarca Piontek’in yardımcılığını yapmış ve Danimarka’nın hücum odaklı futbol anlayışının yaratıcılarından biri de kendisi olmuştu. Piontek’e göre farklı bir profile sahipti. Disiplinli, sert ve çalışma delisi bir karakterdi ve etrafında karısı dışında onu çok seven başka bir kimseye rastlamak pek de mümkün değildi. Aynı şekilde federasyonda da çok arkadaşı olduğu söylenemezdi Danimarkalı teknik adamın. Bunların da ötesinde dönemin federasyon yöneticileri, Piontek’in takıma getirdiği felsefeden memnundu ve bu kültürün devamının da yine bir Alman çalıştırıcı ile geleceğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla ilk tercihleri Nielsen olmadı ve o esnada halen Bundesliga takımı Bayer Uerdingen ile kontratı devam eden Alman teknik direktör Horst Wohlers ile görüştüler. Ancak işin bu kısmı bir süre sonra tam bir yönetim beceriksizliğine dönüştü. Federasyon, Wohlers’in devam eden kontratını çok dert etmeden canlı yayında Alman hocayı ülke futbolunun yeni teknik patronu olarak ilan etti.

Halen kendisine bir teklif yapılmasını bekleyen Nielsen ise bu haberi aldığında karısı ile birlikte alışverişteydi. Canlı yayındaki açıklamayı da küçük bir dükkanın vitrinindeki televizyondan izledi. Danimarkalı teknik adam yıkılmıştı ancak henüz her şeyin bitmediğinin farkında değildi. Federasyon, Wohlers’in kontrat problemini çözemeyince büyük tepki gördü ve bazı yöneticiler bunun üzerine istifa etmek zorunda kaldı. İşte bu fiyaskonun ardından, aceleyle ellerindeki listede yer alan diğer seçenekleri aramaya başladılar. Ancak Wohlers ile yaşanılan kaosun ardından telefonun ucundaki tüm adaylar onları kibarca reddetti. Listenin sonunda ise tanıdık bir isim vardı. Richard Møller Nielsen…

Değişim: Danish Dynamite’tan şampiyon takıma…

Dinamitler…

Karısının şiddetle karşı çıkmasına rağmen, Nielsen teklife elbette olumlu yanıt verdi. Yıllardan beri en büyük hayaliydi Danimarka’yı Avrupa’nın zirvesine çıkarmak. 1985’te Piontek’in yardımcısı olarak işe başladığında da hedefi bir numaralı koltuk oldu her zaman. Alman hoca ile birlikte hücum zenginliği üst düzey olan ve seyri keyif veren o takımı yaratmaya başladıklarında da aklı daima bir gün bir yerlerde kazanacağı o kupadaydı.

Piontek’in rehberliğinde teknik-taktik yetkinliklerini zenginleştirirken, zirveye giden yolda sadece keyif veren futbolun yeterli olmayacağını da fark etmişti. Aslında bunu fark eden sadece Nielsen değildi. Zira 1986 Meksika Dünya Kupası’nda Danimarka oynadığı futbolla herkesi büyülerken, kupadan elenişi oldukça ağır bir şekilde olmuştu. İkinci tur maçında İspanya karşısında 5-1’lik bir hezimete uğramıştı Vikingler. Oysa grup maçlarında esip gürlemişlerdi adeta. Uruguay’a karşı alınan 6-1’lik galibiyet ve Almanya’yı sahadan silip 2-0 mağlup ettikleri karşılaşma, Avrupa’nın yeni yıldızının Danimarka olacağının sinyalleriydi sanki. Michael Laudrup, Soren Lerby, Preben Elkjaer gibi son derece yaratıcı hücum oyuncularının yanında kariyerinin son demlerini yaşamasına rağmen halen dönemin en iyilerinden olan Allan Simonsen ile rakiplerinin başını döndüren bir pas oyunu oynuyorlardı. Ancak bu takımın zirvesi ne kadar yüksekse, dibi görme ihtimalleri de o kadar fazlaydı. Nitekim oynadıkları futbol iki ucu keskin bıçak gibiydi ve o bıçak ikinci tur maçında, Danimarka’nın göğsünün tam ortasına saplandı.

Bu turnuvanın ardından Nielsen’in kafasındaki bu son derece agresif hücum oyununu, disiplinli bir savunma anlayışı ile dengeleme fikri iyice yer etti. Onun aksine, Danimarka futbol kamuoyu takımın performansından gayet memnundu. Oynanan keyifli futbol ve zaman zaman alınan göz kamaştırıcı skorlar yeterliydi. Kimse kupa ya da şampiyonluk hayalleri kurmuyordu. Nielsen dışında…

Sonraki yıllarda Danimarkalı teknik adamın bu samimi inancına dair beklenmeyen bir isimden bir açıklama gelecekti. Kadronun içinde belki de ona en uzak oyuncu olan ve takımın başında olduğu yıllarda ciddi iletişim problemleri yaşadığı Brian Laudrup, 1992 Avrupa Şampiyonası öncesi sürpriz bir şekilde turnuvaya çağrılmalarının ardından yaptıkları ilk antrenmanda Nielsen’in onlara yaptığı konuşmanın detaylarını anlatmıştı.

Ertesi gün Kopenhag’da olmamız gerektiğine dair bir telefon aldım. Hazırlanmamız için sadece bir haftamız vardı ve kesinlikle hiç bir şansımız olmadığını düşünüyordum. Hepimiz ilk kez sahada toplandık ve Richard Møller Nielsen ortada duruyordu. ‘Bir şeyi netleştirelim. Turnuvayı kazanmak için İsveç’e gidiyoruz’ dedi. Hepimiz gülüyorduk. O anda sanırım imkansızı başarabileceğimize, hayallerimizi gerçekleştirebileceğimize bizi inandırmaya çalışıyordu…

Bu sürpriz haberin ardından başlarına iyi bir şey gelebileceği konusunda ümit sahibi olan tek Danimarkalı da tecrübeli teknik adamın kendisiydi muhtemelen. Ülkenin hemen hemen tamamının beklentisi ise, takımlarının grup maçlarının keyfini çıkarıp ardından tatillerine kaldıkları yerden devam edecekleri idi. Beklenen olmadı…

Kuzeyin sert çocukları, önce grup elemelerinde Fransa ve İngiltere’nin üstünde yer aldı, ardından da yarı finalde Hollanda’yı ve finalde de Almanya’yı yenerek ülke futbol tarihini adeta yeni baştan yazdı.

Psikoloji: Laudrup’ların öfkesi

Turnuva öncesi, ülke futbolunda her şeyin süt-liman olduğunu söylemek çok kolay değil. Elemelerden çıkamayan Danimarkalılar çok büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Özellikle Nielsen’e karşı baştan beri ön yargısı olan oyuncular vardı ve Piontek döneminin aksine onun oyun sistemlerine adapte etmeye çalıştığı disiplin ve savunmaya dayalı taktik unsurlarına karşıydılar. Avrupa Şampiyonası’na katılmak için yapılan grup elemelerinde Danimarka ilk sıra için Yugoslavya ile çekişiyordu. 1990’ın Kasım ayında Kopenhag’da oynanan Yugoslavya karşılaşması grubun en kritik maçıydı ve bu maç takım ile Nielsen arasındaki iplerin kopma noktasına geldiği an oldu. Eleme maçlarının henüz ortasında olmalarına rağmen, evlerinde direk rakipleri ile oynadıkları maçı kazanmak zorundaydılar. Nielsen ise bu maçta sahaya ileri uçta tek santrfor Flemming Povlsen ile çıkarken maçı 2-0 kaybetmelerinin ardından hem basından hem de oyunculardan büyük tepki aldı.

Ülke tarihinin en yetenekli bir kaç oyuncusundan ikisi olan Michael ve Brian Laudrup kardeşler, bu maç sonrası milli takımı bıraktıklarını açıkladılar. Netflix’te yayımlanan ve o şampiyonluğun hikayesini anlatan “Şampiyon Danimarka” belgeselinde Laudrup kardeşlerin, Nielsen’in teknik direktörlüğe getirilmesine şiddetle karşı çıktıkları ve hatta vatandaşları olmasına rağmen Danimarkalı teknik adamın “zayıf” kariyerinin onlar için yeterli olmadığını düşünüyorlardı. Ayrıca yeni teknik adamın, Piontek’in ardından takıma oturtmaya çalıştığı defansif oyun anlayışının da karşısındaydı abi-kardeş. Kaybettikleri bu maçın ardından önce Michael ardından Brian, Nielsen’in çalıştırdığı bir takımda bir daha forma giymeyeceklerini açıkladılar. Abi Laudrup, futbolu bir amaç uğruna keyif alarak oynadığını ancak bir süredir mutlu olmadığını ve milli takıma verecek bir şeyinin kalmadığını söylerken aslında üstü kapalı olarak teknik direktörünün taktik anlayışını eleştiriyordu. Bu zaten bilinmeyen bir şey de değildi. Küçük Laudrup ise abisinin aksine gayet açık bir şekilde konuşmuştu.

Richard Møller Nielsen’e bir teknik direktör olarak saygı duymuyorum ve bu yüzden milli takımı bırakıyorum. Kendimi onun koçluğu altında gösteremiyorum ve o beni bir oyuncu olarak sevmiyor…

Laudrup’lar ülke futbolunun simgeleriydiler ve uluslararası futbol sahnesindeki konumları onları Nielsen’in önünde oldukça güçlü kılıyordu. Ancak o gün yaptıkları bu hamle, belki her ikisinin de kariyerlerinde yaptıkları en büyük hata oldu. Üstelik de o gün kendilerini mağlup eden ve onların bu çıkışı yapmasına sebep olan Yugoslavya yüzünden…

Danimarka ve Nielsen, Laudrup kardeşler olmadan kalan beş maçlarını da kazandılar. Üstelik bu maçların birinde evinde yenildikleri Yugoslavya’yı deplasmanda bu kez mağlup ettiler. Takım defansif açıdan iyi olduğu gibi, bu süreçte inanılmaz bir hücum performansı da göstermişti. 13 gol atıp sadece 3 gol yedikleri bu seride, Nielsen ileride tek santrfor ile oynamakta ısrar ederken, dönüşümlü kullandığı Bent Christensen 6 ve Flemming Povlsen ise 2 gol ile skor yükünü çeken oyuncular olmuştu.

Ancak, kendi evlerinde kazandıkları İrlanda maçının ardından bu savaşın galibi Laudrup kardeşler gibi gözüküyordu. Çünkü Danimarka, Yugoslavya’nın sadece 1 puan gerisinde kalmasına rağmen grup ikincisi olarak İsveç’e gitmekten mahrum kalıyordu.

Futbol dünyasında bunlar olup biterken, dünya tarihine kara leke olarak geçecek bir insanlık trajedisi ise o sıralarda Yugoslavya topraklarında yaşanıyordu. Balkanlar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en kanlı dönemlerini geçiriyorlardı. Hırvatların ve Slovenlerin bağımsızlıklarını ilan etmelerinin ardından, ülke bir iç savaşa sürüklenmiş ve yaklaşık 10.000 masum insan hayatını kaybetmişti. Savaş devam ederken 30 Mayıs 1992’de, şampiyona başlamadan sadece 11 gün önce, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Balkan Savaşlarındaki ülkelere yaptırım uyguladı ve Yugoslavya’nın tüm spor etkinliklerine katılımını sınırlayan bir karar aldı. Böylece FIFA da Yugoslavları Euro 92’den diskalifiye ederek yerine o eleme grubunu ikinci tamamlamış olan Danimarka’yı çağırdı.

İşte piyangodan çıkan bu “wild card” sayesinde, kendisi de ciddi bir ego sahibi olan Møller Nielsen bir adım atıp, Laudrup’ları tekrar takıma çağırdı. Onun bu çağrısı sadece Brian cephesinde karşılık bulurken, Michael o yaz tüm futbolseverleri o eşsiz yeteneklerine tanık olmaktan mahrum bıraktı. En nihayetinde o yetenek fakiri takımın topla arası en iyi olacak olan tek üyesi olarak takıma geri dönen tek Laudrup, Brian olmuştu.

Taktik: Kaleciliğin kaderini değiştiren adam

“Laudrup Kardeşler” ile birlikte takımın o dönemdeki en büyük yıldızı olan Manchester United’ın ve ülke futbolunun en büyük isimlerinden kaleci Peter Schmeichel ise muhteşem bir turnuva geçirecek olmasına rağmen, futbolun temelden değişmesine yol açacak bir kuralın da turnuvanın hemen ardından yerleştirilmesinde baş aktör olmuştu. 28 yaşındaki kaleci turnuva boyunca, kalecilerin geri paslarda topu halen ellerine alabilme imkanından sonuna kadar faydalanmıştı. Özellikle de finaldeki Almanya karşılaşmasında ve biraz da abartılı bir şekilde…

Elbette bu tek başına Schmeichel’ın kaleciliğini anlatmıyor ama Danimarka’nın turnuva boyunca oynadığı futbol hakkında biraz ipucu veriyor. Öne geç, oyunu soğut ve skoru al!

Michael Laudrup’un Nielsen ile oynamayacağının altında yatan temel sebep de tam olarak bu oyun anlayışıydı. Piontek ile alıştıkları 3-5-2 dizilişi üzerine kurulan ve Hollanda’nın Total Futbol anlayışını benimseyerek akıcı futbol oynayan ve bol pas yapan o takım ve anlayış artık yoktu. Nielsen ileride tek santrfor kullanıyordu ve oyuncularından yüksek bir oyun disiplini talep ediyordu. Michael’ın o eşsiz yeteneklerini göstereceği yeterli alana Nielsen’in oyununda yer yoktu.

Turnuva başlayınca Michael Laudrup’tan yoksun Danimarka takımı, savunmada 5-3-2 dizilişini andıran aşırı defansif bir anlayışla ve hücumda 3-3-4-0 şeklinde “santrforsuz” olarak konumlanacağı bir taktikle sahada yer aldı. Fizikli ve statik üç merkez savunmacının önünde, turnuvadaki performansının ardından Arsenal’e transfer olacak sert orta saha oyuncusu John Jensen yer alıyordu. Kanat bekleri Christofte ve Sivebaek’in ise ilk düşünceleri ise hücum etmek değildi. Hal böyleyken takımın hücum stratejisi uzun toplarla ileri bölgedeki uzun boylu oyuncular Kim Vilfort ve Flemming Povlsen’i buluşturmak ve onların indirdiği toplarla takımın hızlı ve yetenekli tek oyuncuları olan Brian Laudrup ve Henrik Larsen’in atakları ile sonuca gitmekti. Öyle ki aslında yukarıdaki dizilişe göre takımda net bir santrfordan söz etmek de mümkün değildi. Çünkü Vilfort ve Povlsen’in asli görevleri topu yere doğru şekilde indirip oyun kurmaktı.

Sonuç olarak Nielsen’in takımı, selefleri “Danish Dynamite” gibi sabırlı bir pas oyunu yerine uzun topa dayalı direk bir oyunu tercih ediyordu. Aynen 1990-1991 sezonunda UEFA Kupası’nda yarı final oynayan ve sezon boyunca çok benzer bir diziliş ve anlayışla sahada olan Brondby takımı gibi…

Danimarka’nın bu turnuva öncesi yeterli bir hazırlık dönemi geçirememesine rağmen en büyük şansı Brondby takımının iskeletine sahip olmasıydı. Diğer bir deyişle, teknik direktör Richard Møller Nielsen’in tüm eleştirilere rağmen risk alarak son derece pragmatik olan bu seçimi yapmasıydı. Milli takım kadrosundaki 10 oyuncu, önceki iki sezonda Brondby ile birlikte bu anlayışı iyice sindirmiş ve bu kadrodaki Peter Schmeichel gibi bazı oyuncular yarı final başarısından sonra büyük liglere transfer olarak, 92’ye gelirken mental anlamda da oldukça güçlenmişti.

Evet, İsveç’e gelirken 88’in şampiyonu Hollanda ile birlikte başka bir Total Futbol klonu olan Danimarka’nın futbol şölenini izleyeceğini düşünen futbolseverler bir miktar yanılacaktı. Üstelik de yarı finalde, adeta modern bir Davut ve Golyat hikayesinin yansımasına tanık olarak…

Başarı: Futbolun Davut-Golyat hikayesi

Yarı finalde, Marco Van Basten’in penaltısını kurtaran Peter Schmeichel

Danimarka’nın 1980 sonrası kendisine rol model olarak aldığı ekol Hollanda idi. Belli dönemlerde oynadıkları oyunla Total Futbol’dan öyle güzel örnekler verdiler ki, o 70’lerin Cruyff ve Neskens’li efsanevi takımın seviyesine Avrupa’da belki de en çok onlar yaklaştı. Akışkanlık, farkındalık ve üst düzey bir pas oyunu ile Turuncuların nostaljik esintilerini tüm dünyaya fazlasıyla hissettirdiler. Ancak Piontek ile birlikte ortaya çıkan bu resme, tamamen bir kopyala-yapıştır etiketi damgalamak ülkeye ve dönemin oyuncularına büyük haksızlık olur. Zira Total Futbol belli bir yetenek birikimi olmadan ve kolektif bütünlük sağlanmadan kopyalanması mümkün olmayan bir anlayış.

Danimarkalılar’da farklı olan ise onların İskandinavlara özgü soğukkanlılığı ve gösterişsizlikleriydi. Bir çok oyuncusu Avrupa’da üst düzey takımlarda oynuyordu ancak saha içindeki oyunları ne kadar göz alıcı olursa olsun toplamda ortaya çıkan resim havalı ama sadeydi. 1992’ye kadar onları futbolun zirvesinden uzak tutan şey ise, DNA’larında olmayan hırs ve kazanma azmiydi. Keyif almak yeterliydi. Kazanamadıklarında onlara sopa gösteren hiç kimse yoktu. Bu halleriyle fazlasıyla takdir görüyorlardı ve kimse onları daha fazlası için zorlamıyordu. Richard Moeller Nielsen’i tipik bir Danimarkalıdan ayıran temel özellik de buydu zaten…

Yıllar boyu örnek aldıkları, peşlerinden gittikleri Turuncu futbol ekolünü de ne Danimarkalıya ne de Hollandalıya benzeyen bu adam sayesinde alt edip zirveye ulaştılar. Hollanda ile Danimarka’nın hikayesi tipik bir Davut-Golyat hikayesi. Aralarında tarihsel bir çekişme olmamasına rağmen. 1988 Avrupa Şampiyonası’nı kazanan Hollanda takımı belki de tarihinin en yetenekli ve formda kadrosu ile İsveç’e gelmişti. Danimarka ise her anlamda dezavantajlı geldiği turnuvada buranın kaybedeni olacaktı. Ancak Nielsen’in 1986 Dünya Kupası’nda elenmeleriyle birlikte ve 1992’ye sürpriz bir şekilde çağrılmalarının hemen ardından fark ettiği gibi “bazı kusurlarınız hayatta kazanmak için sizin en büyük değerlerinizdir”. Tıpkı tecrübesiz ve zayıf Davut gibi…

Danimarka’nın bu hikayedeki cephaneleri yani Davut’un Golyat’a attığı taşlar, Nielsen’in takıma adapte ettiği savunma anlayışı ve disiplin ile turnuva öncesi Avrupa’nın düşük profilli bir takımında yıllarca birlikte oynayarak kolektif bir anlayış kazanmış kadro oldu.

Danimarka’nın turnuvaya başlangıcı, sonu gibi göz alıcı değildi. İlk iki maç sonunda İngiltere ile golsüz beraber kalıp ev sahibi İsveç’e 2-1 yenilmelerinin ardından, birçokları onların beklendiği gibi yarıda kalan tatillerine devam etmek üzere turnuvaya veda edeceklerini düşünmüştü. Zaten gruptaki son maçları, buraya bir ilki başararak elemelerdeki tüm maçlarını kazanıp gelen Fransa’ylaydı. Günümüzün aksine o yıllarda turnuvalar az katılımcı ile yapılırdı ki 92’de de sadece 8 ülke takımı yer alıyordu. Dolayısıyla elenme riski ile çıktığınız maçın ardından bir anda kendinizi yarı finalde bulabilme şansınız vardı. Tıpkı Danimarka’da olduğu gibi…

İşte grubun bu son maçında Danimarka Fransa’yı beklenmedik şekilde Henrik Larsen ve Lars Elstrup’un golleriyle 2-1 geçerken, Nielsen’in taktiksel anlayışını harfi harfine sahaya yansıtan takım, Cantona ve Papin’li Fransa’nın etkili hücum hattını da pasifize etmeyi başarmıştı. Fransa sadece maçın değil Hollanda ile birlikte turnuvanın da favorisiydi. Fransızlar bunun o kadar farkındaydı ki, Peter Schmeichel’ın 2012’de BBC’ye verdiği röportajda söyledikleri, bu ağır mağlubiyete sadece Danimarka’nın iyi oyununun yol açmadığı net bir şekilde anlaşılıyordu.

Fransızlar maça çıkarken tünelde bize karşı fazla kibar davrandılar. O sırada Fransa’da oynayan Sivebæk’e “Bugün bize karşı çok sert olmayın çünkü yarı final oynamalıyız” demişlerdi.

Fransızların aroganlığı, Danimarkalıların gösterişsiz, sempatik ama sevimsiz futbolları ile birleşince gruptan çıkan takım Vikingler oldu.

Euro 92 Hollanda-Danimarka maç özeti:

https://www.youtube.com/watch?v=uMyGli_G3kY

Kaynak: TransferMarkt

Hollanda’nın ilk 11’ine bakıldığında, Danimarka’nın yaptığı işin büyüklüğünün ne olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Rinus Michels’in çalıştırdığı ve bir önceki sezon kadrodaki her oyuncunun neredeyse bir şeyler kazanarak o turnuvaya geldiği bu efsanevi takım bugüne kadar benim izlediğim en iyi takımlardan biriydi. Kadronun iskeleti olan oyuncular Ajax ve Milan’da oynuyordu. Ajax o sezonu UEFA Kupası’nı kazanarak tamamlarken, Milan da Serie A’yı yenilgisiz şampiyon olarak kazanmıştı. Kırmızı-siyahlıların efsanevi trio’su Van Basten-Gullit-Rijkaard kariyerlerinin zirvesindeydi. İşte turnuvadan sadece 11 gün önce ilk antrenmanını yapan Danimarka, böyle bir takımı yenerek finale uzanıyordu. Davut-Golyat hikayesinin yeşil sahalarda vücut bulmuş hali bu olmalıydı…

Final

“You should not believe that you are something…”

Kendini olduğundan fazla önemsememelisin ya da aynaya baktığında gördüğün gerçeklerle yaşamalısın minvalinde Türkçe’ye çevrilebilecek bu sözler elbette Richard Moeller Nielsen’e ait…

Danimarkalı teknik adam, turnuva öncesi yeryüzünde kupanın hayalini kuran ve buna içten bir samimiyet ile inanan tek kişiydi. Ancak onun ayakları hep yere basıyordu ve yukarıdaki düsturu da çalıştırdığı oyuncu grubuna aşılamıştı. Elbette Danimarka’nın başarısı topu topu bir ay süren bu süreçte gelmedi ve Piontek ile temelleri atılan, Nielsen ile de “kazanan” bir hale evrilen bir kültür sonucunda ortaya çıktı. Ancak efsane hocanın turnuva öncesindeki kısıtlı zamanda takımına kazandırdığı mental sertlik ve özgüvenin dünya üzerinde çok fazla örneği yok.

Turnuvanın son düzlüğünde Vikingler, Almanya ile oynadıkları final maçında yine en iyi yaptıkları şeyi yaptılar, yani olmadıkları bir şeye inanmadılar. Son Dünya Şampiyonu Almanlar karşısında da kendileri gibi oynayıp turnuvanın başından beri hep sadık kaldıkları oyun disiplininden çıkmayarak Panzerler önünde 2-0 galip geldiler ve bir rüyayı gerçekleştirdiler.

Euro 92 Danimarka-Almanya maç özeti:

https://youtu.be/pDe2N9ykR6A


Bir peri masalı…Yeşil sahaların Davut ve Golyat’ı… Saha dışındaki hikayesiyle sempatik ve futbolun ölümsüz romantikliğinin yansıması, saha içindeki hikayesi ile oyunun sevimsiz tarafının kazanması…

1992 Danimarka’yı bu cümlelerle özetleyebiliriz. Onlar bu hikayeyi maalesef Avrupa’nın göbeğinde işlenen bir insanlık suçunun sonuçları sayesinde yazdılar. Biraz trajedi, biraz şans, biraz kader ve futbol özelinde çokça aklın da içinde bulunduğu bir hikayeydi Danimarka’nın zafer yolculuğu…

Bir Cevap Yazın