Tarih: 02.09.2020 Yazar: Emrah Gölbaşı Yorumlar: 0

2000 sonrası NBA basketbolu yavaş yavaş oyunun değişimi ve rekabetin dünya ölçeğinde dengelenmesi ile yüzleşmeye başlamıştı. Rüya Takım mitinin yıkılması da bu yüzleşmenin en sert yaşandığı turnuva olan 2002 Indianapolis Dünya Kupası ile gerçekleşti…

18 Şubat 1991’de Sports Illustrated dergisi, o dönem gezegenin kuvvetle muhtemel en iyi 5 basketbolcusunu kapağına taşıdığında, kırmızı banttaki tanımlamanın basketbol literatüründeki klasikleşmiş tabirlerden biri olacağını tahmin eden var mıydı acaba? Michael Jordan, Magic Johnson, Karl Malone, Charles Barkley ve Patrick Ewing’in, “32 diş birden” gülümseyerek verdikleri bu poz gelmiş geçmiş en iyi dergi kapaklarının birinin ortaya çıkmasına yol açarken, 1992 Barcelona Yaz Olimpiyatları için bir araya gelen 10 NBA oyuncusu ve 1 NCAA’li yeni yetme, bir basketbol aşığının hayallerinin de ötesinde bir takım oluşturmuştu. Basketbol tarihinin daima en iyisi olarak kalacak “Dream Team”…

Rüya

1989 yılına kadar FIBA, Amerikan Profesyonel Basketbol Ligi (NBA) oyuncularının Olimpiyat Oyunları ve Dünya Şampiyonası gibi uluslararası turnuvalarda oynamasına izin vermiyordu. Organizasyon o yıl bu kuralın değişmesini oylamaya sunduğunda, lehte çıkan 53 oy herkesi şaşırtmıştı. Öyle ki, Amerikan Ulusal Ligleri’nin yönetim organı olan USAB bile, iştirakçilerinin çoğunluğunun kolej ve lise okulları olması sebebiyle aleyhte oy kullanmıştı. Ancak bütün dünya, olimpiyat çatısı altında NBA yıldızlarını izlemek istiyordu ve basketbolun oyunlara dahil olduğu 1936 Berlin ile birlikte ABD’nin amatör oyuncularla bile büyük üstünlük kurduğu olimpiyatlarda,1992 yılı tarihin yeniden yazılmaya başlandığı dönemeç olacaktı.

1992: Larry Bird #7, Michael Jordan #9, Magic Johnson #15

USAB bu kuralın bozulmasına ve NBA oyuncularına getirilen serbestliğe rağmen 2002 Dünya Şampiyonası’na kadar belli bir stratejiden asla vazgeçmedi. Dünya Şampiyonaları’ndaki ABD kadroları, genç ve potansiyelli amatör oyunculardan oluşturuluyor ve bu sayede bu oyuncu grubu uluslararası maç tecrübesi edinerek kendilerini geliştiriyordu. Elbette madalyonun öteki tarafında USAB, yerel organizasyonlardaki etkinliğini kaybetmemek ve iç politikayı yönetebilmek için kolej oyuncularına dünya basketbol piyasasında görünür olma imkanı sunuyor ve böylece sahneyi tamamen profesyonellere bırakmaktan kaçınmış oluyordu. 1992 Barcelona ile birlikte Olimpiyat Oyunları’nda sahne NBA’den gelen “ağır abilere” bırakılıyordu. Tezgah güzel kurulmuş ve çarklar tıkır tıkır işlerken alınan bazı “şanssız” mağlubiyetler bu teamülün ortadan kalkmasına yol açtı. 1998 Dünya Şampiyonası’nda Rusya ve Litvanya gibi ezeli rakipleri olan doğu bloku ülkelerine karşı alınan yenilgiler, ABD için sportif bir mağlubiyetten daha fazlasıydı. Süper Güç, parkelerdeki tartışılmaz üstünlüğünü kaybedemezdi. Üstelik bir sonraki büyük turnuva kendi evlerinde düzenlenecek iken…

1992’de Jordan’lı ve Magic’li ilk Rüya Takım rakiplerine ortalama 45 sayı fark atarak kolayca altın madalyaya uzanmıştı. Bu madalyayı takip eden on sene boyunca oynadıkları 58 maçın tamamını kazanan Rüya Takım türevleri, 2002’de kendi evlerinde düzenlenen Indianapolis Dünya Şampiyonası’na da yine en fiyakalı halleriyle katılmışlardı. Ancak bu kez karşılarına analarından emdikleri sütü burunlarından getirecek takımlar çıkacak ve bu çetin rakipler, NBA profesyonellerini kendi evlerinde bütün dünyaya rezil edeceklerdi.

Gerçek

90’lı yıllarda ABD’nin baskın oyunu, 2000’li yıllarla birlikte rekabetçi takımların devreye girmesiyle skor tabelasındaki etkisini yitirmeye başladı. Onlar daima dünyanın en iyi oyuncularını barındırmaya devam ettiler ancak Sporst Illustrated’in meşhur kapağındaki neslin basketbolu bırakmasının ardından Rüya Takım hiç bir zaman eskisi gibi olmadı. Euroleauge ile birlikte Avrupa basketbolunun yükselişi, Güney Amerikalıların hem NBA’e hem de Avrupa’ya ihraç ettikleri oyuncularla ile birlikte bu rekabetin içinde söz sahibi olmaları, Rüya Takım’ın tahtını sarsmaya başladı. Kırılmanın başladığı 2002 Dünya Kupası’nın ardından günümüze kadar 9 kez kaybetti Amerikalılar. “Yenilmezleri” tahtından eden takımsa bugün hala hepimizin heyecanla ve tebessümle hatırladığı gök mavi formalarıyla parkelerin tangocuları Arjantin oldu.

Arjantin 87 : 80 ABD (2002 FIBA Dünya Kupası)

Bu turnuvayı Yugoslavya’nın ardından ikinci bitiren ve 2004’te Atina Olimpiyatları’nda altın madalyaya uzanarak dünyanın en büyüğü olan Arjantin Milli Takımı’nın her iki turnuvadaki oyunu gelmiş geçmiş en iyi turnuva performanslarından biri olarak kabul edilir. Manu Ginobili’nin liderliğini yaptığı “Altın Nesil”, 2014 Dünya Kupası’nın son 16 turunda karşılaştıkları Brezilya karşısında alınan mağlubiyete kadar varlığını sürdürdü ve futbolda baş aşağı giden ülke sporunun kurtarıcısı oldu.

Ginobili, o turnuvaya gelirken Virtus Bologna yıllarında çoktan bir Avrupa basketbolu efsanesi olmuştu bile. O yaz, San Antonio Spurs ile imzalayan Manu, NBA’e henüz adım atmadan kendini Amerikalılara biraz da acı bir şekilde tanıtacaktı.

Manu Ginobili

İkinci tur grup maçlarında karşılaşan iki takım oraya kadar tüm maçlarını kazanarak gelmişlerdi. Arjantin turnuvanın açık ara fizik olarak en güçlü takımıydı. Hem kısa, hem de uzun pozisyonundaki tüm oyuncular sahada karşı takım oyuncuları ile yan yana gelince kalıpları arasındaki fark bariz bir şekilde belli oluyordu. Genel olarak turnuvalarda takımlar ağırlık çalışması yapmadığı halde, Arjantinliler sahadaki o kütlesel üstünlüklerini korumak için her gün fiziksel idmana giriyorlardı. Özellikle Oberto, Scola, Nocioni ve Wolkowisky gibi uzunlar parkenin üzerinde oldukça korkutucuydu.

Ancak Arjantin’in oyununu sadece kuvvet üzerinden tanımlamak haksızlık olurdu. Egolarını yenmiş bir oyuncu grubu vardı Indianapolis’te. Topu paylaşan, hem savunmada hem de hücumda akıl almaz bir disiplinle onlarca seti kusursuz oynayan ve tüm bunların yanına oyuna zeka ve yetenek ekleyen bu takım, izleyen herkesi kendisine hayran bırakmıştı. Amerikalılar belki de ilk kez Dream Team döneminde gölgede kalmışlardı çünkü karşılarından basketbol nasıl oynanması gerekirse öyle oynayan bir takım vardı. Maç öncesi ABD koçu George Karl, “Onlar buradaki herkes kadar iyi. Bir NBA takımı gibi oynuyorlar. Kadro derinlikleri muazzam. Bu ana kadar karşımıza çıkan bütün takımları yıpratmıştık ama bugün bunu yapamayacağız.”

Haksızdı. Arjantin herkesten daha iyiydi ve oynadıkları basketbol o dönem NBA’de oynanan oyundan bambaşka bir yerdeydi. Karl’ın açıklamalarında haklı olduğu tek nokta ise o gün, sahada Amerikalılar Arjantin’i yıpratamayacak, hatta ufak çapta bir dayak yiyerek o rüyadan uyanacaklardı.

Maç öncesi, oyunun kilidini çözen şeyin Arjantinlilerin sertlikleri ve o son derece disiplinli savunmaları olacağı kesindi. Aksi takdirde, NBA yıldızlarının atletizmi ile baş etmeleri imkansızdı. Öyle de oldu… İlk yarıda ABD’yi sadece 37 sayıda tuttular ve bunun üstüne 34 sayılık harika bir ilk çeyrek performansı ortaya koydular. Ginobili’nin içeri penetreleri, Oberto ve Scola’nın oyunu genişletip ABD uzunlarının başlarını döndürmeleri ve elbette maç boyunca hem fiziksel hem de mental anlamda takım olarak çarpışmaları, Arjantin’i maç sonunda 87-80’lik galibiyete taşımıştı. Karl, maç sonu bu kez “Bize basketbol dersi verdiler” demişti. Bu ABD’nin o turnuvada alacağı ilk ders olmayacaktı…

Yugoslavya 81 : 78 ABD (2002 FIBA Dünya Kupası)

Arjantin ilk yumruğu atmıştı. Hayır, metaforik bir şeyden bahsetmiyorum. Ginobili ve arkadaşları, rakiplerini fiziksel olarak öyle yıpratmıştı ki, ertesi gün Yugoslavya karşısına çıkan takımın sahadaki halinden bunu anlayabiliyordunuz. 1990 sonrası dönemde yetenek ile tüm sorunları çözen Rüya Takım ilk kez böyle bir darbeye karşı gardını nasıl alacağını bilmez vaziyetteydi. Belki Indianapolis’e “premium paket” kadroları ile gelmemişlerdi ama halen Baron Davis, Jason Williams, Andre Miller gibi üstün yeteneklere ve Paul Pierce gibi bir süper yıldıza sahiptiler. Yorgun, yıpranmış, şaşkın Amerikalılar, turnuvanın muhtemelen en derin kadrosuna sahip Yugoslavlar karşısında oyuna son atımlık barutlarını da kullanarak başladılar.

Maçın başında yoğun bir savunma yapan takım, Arjantin karşısında çizdikleri çaresiz tabloyu unutmak, unutturmak istiyordu sanki. Ancak o akşamki rakipleri de Arjantin gibi anti-NBA basketbolu oynayan bir ekipti ve son çeyreğe kadar da ABD’nin tüm aksiyonlarına aynı şekilde yanıt vererek oyunda kalmışlardı. Yugoslavlar aslında Rüya Takım’ın yenilebileceğini daha bir gün önce görmüşlerdi ve maçın sonlarında artık iyice yorulan rakiplerine son darbeyi de indirdiler. ABD, topu paylaşmaktan çok uzak ve Paul Pierce’ın yaratacağı mucizelere kalmış bir görüntüdeydi maç boyunca. Seyirciler ise buna inanmamış olacak ki o akşam Conseco Fieldhouse’da yer alan 5000 civarı seyircinin yalnızca üçte biri Amerikalıydı ve maçın finalini adeta Belgrad’taymış gibi oynayan Yugoslavya yarı finale çıkan takım olmuştu en nihayetinde. 5/6 üç sayılık ve 10/13 serbest atış isabeti ile oynayan takım, tek bir top kaybı bile yapmadan, fiziksel olarak tükenen ve öz güvenlerini tamamen kaybeden ev sahibi ekibin madalya şansını bitirmişti. Amerikalılar parkeyi terk ederken başları öndeydi ve o an yaşadıkları duyguyu anlatan tek kelime “Utanç” olabilirdi…

Paul Pierce, ABD’yi kurtaramamıştı…
İspanya 81 : 75 ABD (2002 FIBA Dünya Kupası)

ABD, ilk kez büyük bir turnuvada madalya mücadelesi dışında kalmış ve sıralama maçına çıkmıştı. Kötü maçlar geride kalmıştı, sırada daha kötüsü vardı…

İndianapolis’e “altın nesli” ile gelen bir başka takım olan İspanya ise 2 mağlubiyetle başladıkları turnuvaya ev sahibini yenerek ilk 5 içinde veda etmek istiyordu. Gasol ve Navarro’lu tarihe damga vuracak o efsane kadronun ilk büyük turnuvasının finali de istedikleri gibi oldu ve art arda aldığı yumruklarla gardı çoktan düşmüş olan ABD, İspanyollara direnemedi. Bu sonuçla Rüya Takım, 12 yıl sonra ilk kez kaybettiği gibi, 1992 takımı ile başlayan yenilmez imajını da yerle bir etmişti. Kendi evlerinde, tüm dünyaya karşı rezil olan Amerikalılar tarihlerinin en kötü derecelerinden birini alarak turnuvayı 6. sırada bitirdiler. George Karl ve 2002 kadrosundaki oyuncular önemli ölçüde prestij kaybettikleri gibi sonraki yıllarda da ülke basketbol tarihinde her zaman bir miktar aşağılanma ile anıldılar.

Ders zamanı

2002 Dünya Kupası, artık sadece tırnak içinde yazılarak ifade edilmeye başlanacak Rüya Takım’ın ilk kaybettiği turnuva değildi. 2004 Atina Olimpiyat Oyunları’nda grup maçlarında Porto Riko ve Litvanya’ya kaybeden ABD, yarı finalde bir kez daha Arjantin’e boyun eğip bronz madalyada kalmıştı. Bu olimpiyat yenilgisi için, onlara en çok dokunan kayıp demek çok yanlış olmaz. 2004’teki bu hüsranın ardından takip eden 3 olimpiyat oyunlarına da en güçlü kadroları ile geldiler ve hepsinde de altın madalyanın sahibi oldular. Olimpiyatlar, ABD’nin kırmızı çizgisiydi…

2006 Dünya Kupası ise hayal kırıkları ile dolu bu dönemin bir başka kara sayfası oldu. Yeteneğin, takım oyunu ile baş edemediğine dair tarihe düşülen bir notun eşliğinde… LeBron James, Chris Bosh, Dwane Wade ve Dwight Howard’lı kadro yarı finalde Yunanistan’a kaybedip turnuvayı 3. olarak bitirdi. Takımın başında bu kez efsanevi kolej koçlarından olan Mike Krzyzewski vardı ve elenmelerinin ardından şu sözleri söylemişti. “Uluslararası oyunu daha iyi öğrenmeliyiz. Bugün çok şey öğrendik çünkü hayranlık verici derecede iyi ve birlikte oynayan bir takıma kaybettik”. Üstelik onları eleyen Yunan takımının kadrosunda NBA’de oynayan tek bir oyuncu bile yoktu. Bu, Avrupa basketbolunun, tarihinde NBA’e vurduğu en ağır darbe ve en net mesaj oldu aynı zamanda…

Krzyzewski’nin sözlerinde 2 sene önceki Arjantin yenilgisini de kapsayacak şekilde çıkartılan dersler vardı. NBA oyunu artık dünyanın tepesinde yalnız değildi ve Amerikalılar sahada bir takım olmadıkları sürece karşılarında Arjantin ve Yunanistan gibi dirençli ekiplere karşı hep zorlanacaklardı. Koçun bu sözleri sadece lafta kalmadı ve Amerika 2019 yılına kadar hiç kaybetmedi. Gereken ders alınmıştı…

13 yıllık ikinci hanedanlık dönemini sonlandıran takım ise bu kez 2019 Dünya Kupası’nda karşılaştıkları Fransa oldu. NBA’in artık hepten uluslararası bir lig haline geldiği 2010’lu yılların sonu, uluslararası turnuvalarda diğer ülkelerin Amerika’ya daha açık bir şekilde kafa tutabildiği dönem oldu. Atletizm açısından aralarında halen bariz bir fark olsa da, tempo ve taktik açısından dünya basketboluna yön veren karar vericilerin arasında NBA’de oynayan Avrupalılar da vardı artık. Amerika’nın Çin’e götürdüğü kadro halen NBA oyuncularından oluşmakta ancak bir Rüya Takım olmaktan çok uzaktı. Ağır yara aldıkları 2002, 2004 ve 2006 turnuvalarından bile bir kaç gömlek aşağıdaydı bu kadro ve daha kötüsü süper yıldızlar Çin’e gelmek istememişti. Takımın tek yıldızı ise Gregg Popovich ve Steve Kerr’li kenar yönetimiydi.

ABD 2019 Dünya Kupası kadrosu

Haliyle en üst seviyede rekabetçi olmakta zorlanacak bu kadro, önce çeyrek finalde Fransa’ya 89-79 ve ardından klasman mücadelesinde Sırbistan’a 94-89 kaybetti. Özellikle kırılma maçı olan Fransa karşısında, Amerikalılar neredeyse her pozisyonda fiziksel olarak daha zayıf kaldılar. Popovich ve Kerr bu dezavantajlarını enerji dolu yüksek tempolu bir oyunla kapatmaya çalışsalar da, bu kez de yetenek sınırına takıldılar. Şutlar girmedi, savunma düştü ve oyun disiplininden tamamen uzaklaştı bu ham takım. Çocukluğundan beri en büyük rüyası Amerika’yı yenmek olan Utah’lı Rudy Gobert her şeyi savundu ve maçın sonunda Fransa yarı finale çıkan takım oldu. Popovich, turnuva öncesi takımda yer almayacağını açıklayan bir çok süper yıldızın eksikliğini bahane etmeyip yenilgiye kılıf aramadı. Olması gerektiği gibi Fransızlara saygı duydu ve onları yenmek için yeterli olmadıklarını söyledi. Haksız da sayılmazdı. Bu takım 2000’li yılların başında kaybeden takımlardan daha fazla saygıyı hak ediyordu. Turnuva öncesi 40 günlük bir kampa girmiş, iyi hazırlanmışlardı. Her maç kazanmak için sonuna kadar zorlamışlardı. Diğer takımlara tepeden bakan, egosu yüksek hiç kimse yoktu bu kadroda. Ama ortada bir gerçek vardı. Popovich’in dediği gibi, güçleri bu kadarına yetmişti…


NBA halen basketbolun zirvesi ve herhangi bir kıtanın veya organizasyonun onlara yaklaşması dahi mümkün değil. Hatta güç, tempo ve atletizm alanında makas iyice açıldı bile denilebilir. 2002 Arjantin takımının onlara verdiği net mesajın üstünden geçen 18 yılın ardından, artık Amerikalılar da sadece bunların yeterli olmadığını biliyor. Hazırlık, disiplin, kolektif çalışma ve oyun tekniğine sahip olmadıkları sürece, onların karşısına çıkacak ve meydan okuyacak bir Arjantin, Sırbistan, İspanya ve Fransa daima olacaktır.

Bir Cevap Yazın