“Diz çökme eylemi, Amerika’nın parçalandığı yer. 11 Eylül-sonrası spordaki militarizmin ve bütün polis yanlısı mesajların, ordu ve polis teşkilatı hakkındaki gerçeklikle yüz yüze geldiği nokta…”
The Nation dergisinin spor editörü Dave Zirin, Amerikan futbolu oyuncusu Colin Kaepernick’in başlattığı ulusal marş okunurken diz çökme eylemlerinin Amerika’daki okul sporlarına etkisini araştırdığı “The Kaepernick Effect” (Kaepernick Etkisi) kitabına, ESPN yazarı Howard Bryant’tan bu alıntıyla başlıyor.
San Francisco 49ers’ın oyun kurucusu Colin Kaepernick 2016’da, sezon öncesi maçlar oynanırken ulusal marş okunduğu esnada ülkede siyahlara yönelik polis şiddetini protesto için diz çökmeye başlamış, bu eylem zamanla gündemin birinci sırasına otururken Colin Kaepernick ise National Football League’de (Ulusal Futbol Ligi, NFL) bir de facto ambargoyla karşı karşıya kalmıştı.
Kaepernick’in protestosu uluslararası sınırları ve sporun disipliner sınırlarını aşarken, NFL’de bir daha iş bulamayan yetenekli quarter-back kendisine yeni bir yol çizdi ve eylemini insan hakları aktivizminin bir parçası haline getirdi. Bu esnada sporda gittikçe yaygınlaşan diz çökme eylemlerine saldırılar Amerikan politikasının en üst seviyesinden gelirken, aynı zamanda sporcular ve insan hakları örgütleri dışında destekçiler de çekti.
Örneğin 2018’de Kaepernick Nike’ın aktivizm temalı reklam kampanyasının yüzü oldu. Eylem beşinci yılını geride bırakırken, yaşananlar da bir Netflix dizisinin konusu oldu. Bu yazı da, Colin Kaepernick’in sporun politikayla ilişkisinin yakın dönemini neredeyse bütünüyle etkileyen ve dönüştüren eyleminin öncesinin, eylem süresince yaşananların ve mevcut durumun öyküsü.
I
Amerika, lig müsabakalarından önce ulusal marşın okunduğu ülkelerden birisi. Bu, dünyanın her yerinde yapılan bir uygulama değil ancak Kanada, Fransa ve Türkiye gibi ülkelerde uluslararası müsabakalar dışındaki spor karşılaşmalarından önce de ulusal marş okunuyor. Amerika’da ise bunun başlangıcı Birinci Dünya Savaşı yıllarına, özel olarak 1918’e uzanıyor.
İşin aslı bu ironik, çünkü mevcut tartışmaların odağındaki Star-Spangled Banner (Yıldızlarla Bezeli Bayrak) marşı 1931’e kadar resmi olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) ulusal marşı ilan edilmemişti. Ancak savaş sırasında, beyzbol maçları esnasında yedinci inning’den önce verilen arada (seventh inning stretch) Star-Spangled Banner söylenmeye başlandı.
İkinci Dünya Savaşı boyunca ise ABD’de spor ve milliyetçi hezeyanlar iyiden iyiye iç içe geçti. Ulusal marşın maçlardan önce çalınması en başında bir savaş dönemi uygulaması olarak başlamış, ancak Soğuk Savaş’ın başlaması ve Amerika’nın kendini sonsuz bir savaş hâli içine sokmasıyla lig maçları öncesi marş çalmak, kalıcı bir uygulama haline geldi. 1950’lerde yerleştirilen ses sistemleriyle birlikte stadyumlar da buna adapte oldu.
Soğuk Savaş bitse de Körfez Savaşı’yla birlikte ABD’nin sınır ötesindeki savaşları başladı ve bunların 11 Eylül’den sonra “sonu gelmeyen” bir hale gelmesiyle domestik maçlardan önce marş söylemek iyiden iyiye bir norm haline geldi.
ABD sporunda milliyetçiliğin yansımaları her zaman dış politika ve iç politikayla aynı anda ilişkili oldu. Soğuk Savaş boyunca bu bir yandan ABD ve liderlik ettiği kapitalist blok ülkelerinin sosyalist ülkeleri tehdit olarak görmesinin yanında, yükselen insan hakları hareketi ve siyahların ülkedeki sistematik ırkçılığa karşı direnişlerinin önünü kesmekle ilgiliydi.
Bu, kaçınılmaz olarak protestolara da yol açıyordu. Politik protesto, spor tarihine en az antrenman yapmak kadar içkin bir şey, bu nedenle bu dönem gördüğümüz atlet aktivizminin sırtını yasladığı önemli bir geçmiş var.
Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddeden Muhammed Ali ve onun insan hakları hareketindeki yeri, dış politika ve iç politikadaki gelişmelerin spora yansımalarının iç içe geçtiği örneklerden yalnızca biri. Kaepernick’in eyleminde olduğu gibi ulusal gururu sembolize eden anların sekteye uğratılmasının en meşhur örneği de 1968 Mexico City Yaz Olimpiyat Oyunları’nda, John Carlos ve Tommie Smith’in Olympic Project for Human Rights (İnsan Hakları için Olimpik Proje) örgütünün öncülüğünde 200 metre podyumunda yaptıkları eylem.
Soğuk Savaş sonrası ABD’de sporda politik eylemlilik momentini belirleyen belki de en önemli uluslararası gelişme, 1991’de birinci Körfez Savaşı’yla başlayan ve 21. yüzyıla da yayılan savaşlar oldu. Örneğin 1996’da Denver Nuggets basketbolcusu Mahmoud Abdul-Rauf, yaygınlaşan Müslüman karşıtı söylemleri protesto etmek için ulusal marşa katılmamış ve marş boyunca dua etmişti.
2003’te ise iki kolej basketbolu oyuncusu, Toni Smith ve Deirdra Chatman protestoya katılmış, Irak Savaşı’nı protesto için marş okunurken yüzlerini Amerikan bayrağına dönmeyi reddetmişlerdi. Ancak 2010’lara gelinirken bu dönem de dönüşmeye başladı. Savaşların uzaması ve küresel ekonomik kriz gibi gelişmeler ABD hegemonyasının gevşemesine yol açıyordu.
Öte yandan bütün bu dönüşümler ve daha fazlası dünyada protesto dalgalarının ortaya çıkmasına sebep oluyordu. Orta Doğu’da 2010 sonunda başlayan Arap Baharı, 2011’de ABD ve Batı Avrupa’da ortaya çıkan Occupy! (İşgal Et!) hareketi, 2013’te Türkiye ve Brezilya’daki kitlesel gösteriler bütün dünyada eşitsizliklere karşı yeni direnişlerin yükselmeye başladığının bir göstergesiydi.
ABD’de ise kitleselleşen protestoların en önemlilerinden biri 2013’te başlayan Black Lives Matter (Siyahların Hayatları Önemlidir) hareketiydi. ABD’de polisin siyahları öldürmesi her zaman protestolara konu olmuştu ancak 2010’lardan itibaren protestoların etrafında döndüğü odak noktası bu örgütlü hareketti. Bu hareket siyahlara dönük polis şiddetini ülke çapında eylemlerle gündemin ilk sıralarına taşıyordu.
Black Lives Matter, Trayvon Martin isimli bir çocuğu öldüren güvenlik görevlisi George Zimmerman’ın beraat etmesinin ardından kurulmuş ve bütün ülkede örgütlenmişti. Bu anlamda, örneğin, 2014’te Missouri eyaletinin Ferguson kentinde polisin Michael Brown adlı bir siyah genci öldürmesinin ardından başlayan protestolar hem Black Lives Matter hareketinin bir parçası olarak yayılmış hem de yukarıda bahsedilen küresel protesto dalgasının bir parçası olarak tüm dünyada takip edilmişti.
2016 yazında da bir dizi polis cinayeti gerçekleşmiş, Temmuz ayında Alton Sterling ve Philando Castile gibi isimlerin öldürülmesi bütün ülkede tepkiye yol açmıştı. Colin Kaepernick de, Ağustos ayında, bu atmosferin içinde protestosuna başladı.
II
Colin Kaepernick ilk defa ulusal marşı protesto ettiğinde bundan pek kimsenin haberi olmamıştı. Bir sezon öncesi maçıydı, Kaepernick yedekti, hatta marş esnasında diz dahi çökmemişti. Yalnızca marş okunurken ayağa kalkmamış, benchin arka kısımlarında oturmuştu. NFL Media’dan Steve Wyche durumu fark edene kadar iki maç geçmişti bile. Wyche, Kaepernick’e marş okunurken neden ayağa kalkmadığını sorduğunda 49ers oyun kurucusu “Ayağa kalkıp, siyahlara baskı uygulayan bir ülkenin bayrağını onurlandırmayacağım” demişti. 1 Eylül 2016’da, 49ers’ın sezon öncesi son maçında ise Kaepernick ilk kez marş esnasında diz çöktü.
Kaepernick’in eylemi ilk önce başka NFL takımlarından daha sonra ise başka sporlardan atletlerden destek buldu. Örneğin ABD kadın futbol takımının yıldız oyuncusu Megan Rapinoe, 17 Eylül günü Tayland’la oynayacakları hazırlık maçından önce marş okunduğu esnada diz çöktü.
Bu esnada ABD politikasında önemli bir gelişme yaşandı ve aşırı sağcı bir başkan, Donald Trump seçildi. ABD sağı 2010’dan bu yana önemli bir dönüşüm geçiriyor, küresel ekonomik krize beyaz orta sınıfın tepkisi olarak ortaya çıkan Tea Party (Çay Partisi) hareketi ve onu destekleyen aşırı sağcı politikacılar, gazeteciler ve iş adamlarının desteğiyle Cumhuriyetçi Parti’yi iyiden iyiye etkisi altına alıyordu.
Bunun son adımı da Donald Trump’ın önce 2016’da Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olması ardından da başkan seçilmesi olmuştu. Böylelikle ırkçı söylem ve eylemler daha da açık bir biçimde siyasetin merkezinde yer almaya başlamıştı. Bunun spora yansımaları da diz çökme eylemleri üzerinden gerçekleşti.
2017’de Kaepernick artık sahada değildi, 49ers onu serbest bırakmıştı ve hiçbir takım onunla sözleşme imzalamıyordu. Ancak Kaepernick’in eyleminin etkisi sahalarda devam ediyordu. Diz çökme protestoları devam ederken sezonun ilk haftalarında Donald Trump’ın, Alabama’da yaptığı bir konuşmada “Birisi bayrağımıza saygısızlık ederse o o… ç…nu sahadan alın” demesi bütün NFL’in tepkisine yol açtı. Üçüncü hafta maçlarından önce yaklaşık 200 oyuncunun katıldığı diz çökme eylemlerinde, namlı sağcı zenginlerden Jerry Jones dahi sahibi olduğu Dallas Cowboys oyuncularıyla birlikte maçtan -ve marşın çalınmasından- önce sahada diz çökmüştü. Bu geniş katılımlı protesto, aşağıda tartışacağım problemli yanlarını bir kenara bırakacak olursak, NFL’in merkezine oturmuştu.
III
2017’deki oyuncularla takım sahiplerinin, bir diğer deyişle patron ve işçinin birlikte yaptığı eylem aslında Amerikan kültürel sermayesinin Trump yönetimiyle arasına mesafe koyma çabasının da bir tezahürüydü. NFL’in ve takım yöneticilerinin de paylaştığı hâkim anlatı, Trump’ı Amerikan tarihindeki sistematik ırkçılığın bir devamı olarak görmektense geçici bir sapma gibi yansıtıyor ve buna karşıtlığını da yine milliyetçi bir aksla inşa ediyordu.
Bu nedenle 2017 sezonunun üçüncü haftasındaki protesto, bir ‘Amerikalılık’ anlatısı ile çerçevelenmişti ve bu da Trump’ın protestocu atletlere tepkisini ‘Amerikalı olmayan’ bir tepki olarak sınıflandırıyor, protesto edilen ırkçılığın kendisinin baştan aşağı ‘Amerikalı’ bir olgu olduğunu maskeliyordu.
Ancak 2020 yazı, atlet protestolarının yeni bir boyut kazanmasına sahne oldu. Önce Mayıs ayında, Minnesota eyaletinin Minneapolis kentinde George Floyd isimli bir siyahın polis tarafından boğularak öldürülmesi üzerine NFL oyuncuları, takım sahiplerinin ve lig yönetiminin haberi olmadan, cinayetle ilgili “Ya ben George Floyd olsaydım?” başlıklı bir video yayınladı.
Ağustos’ta ise, Wisconsin’de Jacob Blake isimli siyah bir gencin polis tarafından vurularak ciddi şekilde yaralanmasının ardından Milwaukee Bucks’ın sahaya çıkmamasıyla başlayan ve daha sonra diğer sporlara da yayılan kısa bir grev yaşandı. Diğer büyük ligler WNBA, MLB ve MLS’te de atletler sahaya çıkmadılar, tenisçi Naomi Osaka da New York’ta greve katıldı. Böylelikle atletler bu süreçte ilk kez üretimden gelen güçlerini kullanarak hayatı sekteye uğratıyorlardı ve gösteriyi durduruyorlardı.
İnsan hakları hareketinin spordaki mevcut yansıması 1960’lardan bu yana süren gelenekten önemli ölçüde beslense de bu yeni dönem kendine özgü özellikler de taşıyor. Örneğin kadın atletler, LGBTİ+ atletler 1960’lardakine göre çok daha ön planda ve ırkçılıkla birlikte toplumsal cinsiyet eşitsizliklerine de vurgu yapıyorlar.
Diğer yandan atletler örgütlü bir şekilde emeklerini sahadan çekmekten geri durmuyorlar ve dikkatleri saha içinden farklı bir yere yöneltebiliyorlar.
Bütün bunlar protestonun yöneticiler ve sermaye tarafından ‘millileştirilmeye’ ve ‘markalaştırılmaya’ çalışıldığı bir dönemde ayrı bir önem kazanıyor. Çünkü en azından Donald Trump dönemi sona erdi ve kültürel sermayenin Amerika’daki bütün yakıcılığıyla varlığını sürdüren eşitsizliklerle yüzleşmekten kaçabileceği deniz de böylelikle bitti. Sporda bunlar olurken Colin Kaepernick’in beş yıl önce başlattığı ulusal marş protestoları, Kaep sahalardan uzak olsa da, hâlâ bu yüzleşme için beki de en kaydadeğer yol gösterici olarak önemini koruyor.
Foto: USA Today