Evdeki sünger topla oynadığım maçlardan, klişelerle dolu ve sevgisizleşmiş “seri üretim” futbola uzanan bir hikaye…Oyun, bendeki masumiyetini ne zaman geri kazanacak?
Okuma ve yazma bilmediğim dönemlere dair hatırladığım bir şeyler varsa, futbol oyununa olan tutkum bunların en başında gelir. Daha doğru dürüst futbol nedir bilmezken, elimde plastikten ve dünya desenli topum ile babamın halı saha maçlarına gitmek çok büyük bir eğlenceydi. Ben de büyüdüğümde acaba babamın arkadaşları ile bu sahada oynayabilir miyim diye düşünerek “dünyalı topumla” oynardım. Kenardaki o dünyalı top bana sadece futbolu değil ülkeleri ve hatta kıtaları öğretmişti.
Mahallemiz pek de güvenli bir yer olmadığı için sokaklarda tanışmadım futbolla. Evde babamın bana futbol sevgisi aşılaması ile ben de bu tutkunun ortağı oldum. Bu yüzden yollarda peşinden koştuğum top “mikasalar” ya da “uçan plastik toplar” değildi. Süngerden topumla evimizin uzun koridorunda kapı eşikleri arasında Ronaldinholar, Henryler olarak kendi kendime çift kale maçlar yapar ve anlatırdım.
Samsun’da büyümeme rağmen memleket takımına da sempati duyan bir Beşiktaş taraftarı olarak yetiştirildim. Babam, dedem ve dayım Beşiktaş taraftarıydı. “Lig TV’ye de bu kadar para verilmez canım!” dediğimiz dönemlerde -uydu alıcılı paketler için hala diyorum- özetlerin açık kanallara düşmesini beklemek ya da derbi günlerinde, sezon açılışlarında ve önemli turnuvalarda maçı dışarıda izlemek beni çok heyecanlandırırdı. Sadece Beşiktaş maçlarına ya da kazanmaya değildi sevgim, ben oyunu severek büyümüştüm. TV8’de ekran köşesinde aslan tabelalı Premier Lig maçları, NTV Spor’da yayınlanan La Liga maçları, Salı-Çarşamba 21.45’teki Şampiyonlar Ligi maçları televizyonu açma sebebimdi.
Futbola dair hafızamı daha da yoklasam çıkacak anılar ile herkesin kendinden izler bulabileceği çok romantik bir yazı yazabilirim. Bu haliyle bile hayatının bir yerinde futbolla tanışan ve onu sevenler bazı yansımalar görmüştür diye tahmin ediyorum. Her ne kadar yazmaya başladığımdan beri biraz daha yatışsam da asıl yazma sebebim futbol sevgimi kelimelerle ifade etmek değil. Son iki sezondur dönem dönem nükseden Süper Lig’den kaçınma duygum. Bir koşullanma, kasıt olmaksızın Türkiye Ligi maçları hakkında sarf edilen cümleleri duymaktan bu kadar kaçındığım bir dönem daha hatırlamıyorum. Bunun kazanabilmekle ya da kaybetmekle, sahada gösterilen iyi ya da kötü performanslarla alakası yok. Benim Türkiye Ligi’ne karşı hissettiğim bu kaçınma hissi tamamen saha dışı aktörler ile alakalı. Ve desteklediği takım hangisi olursa olsun benimle aynı duyguyu paylaşan bir çok futbolsever var, biliyorum.
Amacım Twitter’da insanları gaza getiren fanatik sayfalar gibi ne VAR hakemlerini ne federasyonu hedef göstermek. Eleştirim topyekûn insanları futbolu oyun olarak sevmekten uzaklaştıran herkese. Taraftarlar, yorumcular, yöneticiler, siyasiler; çünkü bu ortamın oluşmasında herkesin payı var. Futbol bütün hikayeleri, rekabeti ve insanlar için anlamı ile çok güzel bir oyun. Ama dönem dönem ligimizde futbol izlemeye ve bundan zevk almaya niyetli hiçbir aktör olmuyor. Türk sporunun en önemli maçı oynanacak olsa bile ve Twitter akışında çok az kimse saha içini konuşuyor. Takımının formasyonundan ve oyuncularının sakatlık raporundan öte hakemler kim olacak onun haberini bekler durumdalar. Son bir buçuk senedir Süper Lig maçlarını her düdükte acaba bu karar ne kadar tartışmalı olacak diye düşünerek izledim. Bu doğru bir futbol izleme şekli değil. Her bitiş düdüğünden sonra maçtan cımbızla seçilen pozisyonların 30 kat yavaşlatılmış halini izlemekten bıkmak çok normal dışı olmamalı. Televizyonda kaç kanal, kaç stüdyo ekrana maçtan bir tane bile görüntü vermeden o pozisyonları tartışarak zaman ve mekan işgal ediyor.
İlkokulda pet şişenin dibine biraz su koyarak, top sürmeye imkan olmayan kalabalık takımlarla, kısa sürede ayakkabımızın burnunu patlatma pahasına maçlar oynardık. Bırakın video yardımcı hakemi oyunu durdurmaya düdüğümüz bile yoktu ve tartışsak bile anlaşarak bir karar çıkarır oynamaya devam ederdik. Çünkü teneffüs kısaydı ve herkes pet şişeye birkaç kez de olsa dokunmak istiyordu. Fakat şu an asıl anlam veremediğim, oyunu bu kadar severek yetişen çocukların oyuna şu an izleyici olarak katılırken aslında oyunun kendisinden ne kadar uzaklaştıkları!
Futbol ile büyüyen o çocuklar, kaybedilen maçtan sonra takımının saha içinde nasıl mücadele ettiğini sorgulamadan, sonucu oyunculardan bağımsız sebeplerle ve oyuncular dışındaki aktörlerle açıklama alışkanlığını edindiler. “63. dakikada faulü görmedi.” “Golden önce top taca çıkmıştı.” “İki sene önce Ankara’da faulü vermeyen hakem bu bak bugün de çalmıyor.”… Para babaları, politikacılar, Futbol Federasyonu ve Merkez Hakem kurulundaki yöneticilerin kötü niyetle kendi takımlarının aleyhine emek harcamaları, saha içindeki hatta saha dışındaki organizasyonel başarısızlıkların asıl sebebi olarak anlatılır durumda. Ne sahadaki hakem dörtlüsünde, ne de VAR odasında herkes tarafından “Bu maçı da hakem grubu çok iyi yönetti” denilen bir maçı hatırlamıyorum. Her hakem maça art niyetli tepkilerin onun için hazır olduğunu bilerek başlıyor herhalde. Böyle bir durumda maç nasıl doğru yönetilebilir ki? İnsanın işi olması dışında herhangi başka bir sebeple Türkiye’de futbol maçını yönetmek için motivasyon kaynağı yaratması çok zor olmalı. Ki bu da hakemlerimizin uluslararası organizasyonlarda neden daha iyi maç yönettiklerini açıklıyor.
Göz boyamak için kulübün borcuna borç katılarak genelde sönmüş bir yıldız transferi yapılır, taraftar grupları videolar hazırlar, marşlar yazılır, herkes bir dolduruşa gelir. Takımın eksiği giderilmiştir artık leblebi gibi gol atan forvetimiz, top geçer adam geçmez diyen ama aynı zamanda kadife ayaklı stoperimiz, iki ceza sahası arasında üç akciğerle koşan orta sahamız vardır ve şampiyonluk onunla daha yakındır. Büyük başkan takımı şampiyonluk için kurmuştur. İç sahanın ilk maçında rakibin bekini çalımlayan genç oyuncu takımın gelecek ümidi olmuştur. “Birkaç sene oynar, sonra da iyi bir paraya satarız.” fikri tüm taraftarların rüyası olmuştur. Duvar kağıtları, videolar, iddialı paylaşımlar bunların hepsinin bir raf ömrü vardır. Takım biraz inişe geçtiğinde “Olur öyle”ler ve “Ben demiştim zaten tutmaz diye”ciler başlar önden. Birkaç hafta daha taraftar tatmin olmadığında, kazan fokurduyordur artık. Hep beraber gökyüzüne fırlatılan o genç oyuncu, yıldız transfer ve başkan; sanki daha önce destekleyen başkasıymış gibi yerin dibine sokulur. Başlıklar ayrı, marşlar ayrı, sosyal medya tepkileri ayrı yerden bastırır. Taraftar takımının iyiliği için daima eleştirel olmalıdır, desteklemelidir, zor günde destek olmalıdır. Ve taraftar olmak takımdaki herkesi yargılayabilme hakkını da beraberinde getirir. Fakat en küçük iyilikte ya da kısa vadeli bir kötü gidişte sorunların köküne bakmadan oyuncuların da insan olduğunu ve oyun oynadıklarını unutarak verilen bu fazlaca şatafatlı tepkiler, aslında insanların futbol oyunu ve mücadeleye tanık olmak için değil de bir aksiyon yaratma niyetiyle davrandıklarını gösterir. Ofisten ayrılma zamanı geldiğinde bir iç saha maçında yuhalanacağını bilen başkan, az zamanda taraftarın gazını almak ve heyecan yaratmak için yaptığı çok büyük borcun dökümünü kulübü kurtarma ve yeniden yapılanma vaadiyle seçilen yeni başkanın ofisine bırakır.
Bu durumdan kurtulmanın bence ilk adımı oyunu sevmek. Futbol çok güzel bir oyun. Ama ligimizin bence bize unutturduğu en büyük şey futbolun çok güzel bir oyun olduğu. Desteklemek, takımınla beraber duyguları doruklarda yaşamak, gülmek ve ağlamak, kısık sesle ertesi gün konuşmakta zorlanmak çoğumuzun hayatında yeri olan değerli anılar. Bir futbol maçı izlerken o pet şişeyi kovalayan çocuktan bir şeyler hissetsek belki de görmezden geldiğimiz tutkumuzu yeniden buluruz. Gerçekten maç öncesi ve sonrasında sadece reyting ve etkileşim için saçma konuların tartışılmadığı o olumlu atmosferi o kadar çok istiyorum ki… Futbolu hayatın tam da içinden gelen bir oyun olmaktan uzaklaştıran her kim varsa mavi önlük giyen ilkokul çocuğu saflığı ile sesleniyorum onlara:
Sevdiğim oyunu geri istiyorum…
altına imza atılacak çok güzel bir yazı olmuş. keşke herkes durup bir düşünse