Tarih: 04.06.2021 Yazar: Anıl Kantemir Yorumlar: 0

1996 Haziran’ı Türk futbolu ve Türk siyaseti için bir milat. Bir yanda ilk Avrupa Futbol Şampiyonası heyecanı, diğer yanda ülkede başlayan yeni siyasi dönem. 96 Haziran’ı sonrası kol kola yürüyecek bu ikili, o günlerde farklı kulvarda aynı zamanı tüketiyordu.

14 Haziran 1996 Cuma günü Fidel Castro Türkiye’ye geldiğinde kendine uzatılan mikrofonlara “Burada olmak rüya gibi, Türkiye’de olmak Marquez’in romanlarında yaşamak gibi.” demişti. Aslında o dönem Türkiye’de yaşayan pek çok kişi, nerede yaşadığından ziyade nasıl yaşadığını sorguladığı bir dönemden geçiyordu. Ekonomik buhran, işsizlik ve siyasi çıkmazların yarattığı sıkıntılara futbol da pek ilaç olamayacaktı.

Türkiye, 70’li yıllardan alışkın olduğu koalisyonlar dönemini 90’lı yıllarda da sıkça yaşamış bir ülkeydi. Anavatan Partisi’nin (ANAP) tek parti iktidarı sonrası hükümeti kuran koalisyonların başarısızlık hikayeleri, 90’ların ilk yarısına damga vurmuştu. Bu dönemde merkez sağın güçlü iki partisi Doğru Yol (DYP) ve Anavatan, koalisyon hükümetlerinin ana parçalarını oluşturmuştu. 1995 yılının Aralık ayında yapılan genel seçimlerde, merkez sağın koalisyonlar dönemindeki başarısız icraatleri ve merkez soldaki kısır çekişmeler islamcı söylemleri ile öne çıkan Refah Partisi’ni (RP) küçük bir farkla birinci parti yapmıştı. Seçim sonrası kurulan ANAP ve DYP koalisyonu uzun ömürlü olmamış, 1996 Haziranı’na gelindiğinde Mesut Yılmaz, ANAYOL hükümetine verilen gensoruyu beklemeden istifasını sunmuştu.

Mesut Yılmaz’ın istifasından iki gün sonra Türkiye’nin ilk kez katılım hakkı elde ettiği Avrupa Futbol Şampiyonası başladı. Türkiye şampiyonaya ülkede oluşan ciddi ekonomik sorunlar, işsizlik, siyasi kaos ve bütünüyle bir belirsizlik ortamında hazırlanmıştı. Turnuvanın en genç teknik adamı Fatih Terim’in temellerini 1993 Akdeniz Oyunları’nda attığı ve Türkiye’ye altın madalya kazandıran kadro, birçok oyuncusu korunarak Euro 96’ya da getirilmişti. Ülkede yaşanan onca olumsuz havayı bir nebze değiştireceği düşünülen futbol takımına inanç, belki de bu umutsuzluk ortamı nedeniyle olması gerektiğinden fazlaydı. Ne de olsa grupta son Avrupa Şampiyonu Danimarka; yükselen yıldızları Luis Figo, Rui Costa, Fernando Couto ve Joao Pinto ile Portekiz ve Euro 96’dan iki yıl sonra Fransa 98 Dünya Kupası’nı üçüncü olarak bitirecek Hırvatistan vardı.

Turnuva öncesi hazırlıklarının sonuna gelen Türkiye Milli Futbol Takımı, son hazırlık maçında Finlandiya’yı 2-1 yendiği sıralarda merkez sağ ve merkez soldaki kısır çekişmelerin yarattığı istikrasızlığı gören Refah Partisi (RP) lideri Necmettin Erbakan söylemlerini keskinleştirmişti. Diğer partileri batı taklitçisi, sahte müslüman ve faizci olmakla suçlamıştı. Tam da Mesut Yılmaz’ın istifasından bir gün önce Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından Erbakan’a hükümet kurma yetkisi verileceği gündeme gelmişti. Euro 96’nın başladığı 8 Haziran 1996 günü ise beklenen olmuş ve Türkiye için yeni bir dönem başlamıştı. Zira Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından Necmettin Erbakan’a hükümeti kurma görevi verilmişti. Parti kökenleri yakın olduğundan RP’nin ilk hedefi ANAP ile koalisyon kurmak gibi görünse de Mesut Yılmaz ‘ın bu birlikteliğe sıcak bakmadığı biliniyordu. RP için tek amaç ne olursa olsun koalisyonun ana partisi olmak ve hükümeti kurmaktı. Bunun için de önündeki gerçekçi hedef Tansu Çiller ve DYP olarak görünüyordu.

Ülkede tüm bunlar yaşanırken Ada’da şampiyona başlamış ve grubumuzdaki ilk maçı Portekiz ile Danimarka oynamıştı. Açıkçası Portekiz o kadar iyi bir futbol oynamıştı ki sadece gruptaki rakiplerini değil turnuvayı katılan tüm takımların dikkatini çekmeyi başarmıştı.

11 Haziran günü Türkiye için hareketli bir gündü. Bir yandan milli takım tarihinde ilk kez katıldığı Avrupa Şampiyonası’na moralli bir başlangıç yapmak için Hırvatistan karşısında galibiyet ararken; siyaset kanadında da Erbakan, Demirel’den aldığı hükümet kurma görevi için ilk olarak ANAP’ın kapsınını çalmıştı. Sırasını bekleyen DYP lideri Tansu Çiller ise Türkiye Milli Futbol Takımı’nın tarihi gününde Nottingham’daki City Ground Stadı’nda yerini almıştı.

Grubun ilk maçındaki rakibimiz Hırvatistan, yıkıcı Yugoslav iç savaşından çıkmıştı. Yeşil sahadaki gerçek güçleriyse, Yugoslav spor kültürü ile yoğrulmuş ve yetişmiş oyunculara sahip olmalarıydı. Zvonimir Boban Milan’da, Robert Prosinecki Barcelona’da, elemelerin 12 gollü yıldız santraforu Davor Suker ise Sevilla’da oynuyordu. Hırvatistan Teknik Direktörü Blazeviç turnuva öncesi, Hırvatistan ve Portekiz’in gruptan çıkacağını iddia etmişti. Nitekim maçlar tamamlandığında haklı çıkacaktı. Blazeviç’i destekler şekilde turnuva öncesi İtalyan Guerin Sportivo Dergisi de Türkiye’nin gruptan çıkma şansını yüzde 20 olarak açıklamıştı.

Türkiye-Hırvatistan maçı uzun süre dengede gitse de 85. dakikada Goran Vlaoviç maçın sonucunu belirleyen ve iki ülke için de uzun süre hafızalardan çıkmayan o golü kaydetmişti. Golü unutulmaz kılan hiç kuşkusuz Goran Vlaoviç’in becerisi kadar Alpay Özalan’ın pozisyon sırasındaki tutumuydu. Vlaoviç gole giderken onu düşürmediği için yetenekli stoper günlerce gündemi meşgul etmişti. Alpay Özalan’ın yapmadığı o faul belki de Türkiye’ye bir puanı getirecekti ancak turnuva sonunda görüldü ki milli takım tek bir gol bile atamamıştı. Tecrübe eksikliği gözle görülüyordu ve takım bu seviyeler için kırılgandı.

Sanki tüm yaşanacakları biliyormuş gibi maçtan bir gün önce FIFA Fair Play Komitesi, Milli Takım kampına gelerek açık artırmada satmak amacıyla dört oyuncudan imzalı forma almıştı ancak aralarında Alpay Özalan yoktu. Maçta yaşanacakları ve ödülü alacağını bilseler herhalde dört formayı da Alpay’a imzalatırlardı! Alpay’a Vlaoviç’i düşürmediği için European Fair Play Movement ödülü verilmişti. Yıllarca pek çokları bu ödülü FIFA Fair Play ödülü sandı ancak bu ödül o ödül değildi. 1996 yılında FIFA Fair Play Ödülü, George Weah’a ülkesini yaşadığı sıkıntılı süreçte Dünya Kupası Elemeleri’ne götürdüğü için verilmişti. Alpay’ın kazandığı ödülün bir fair-play ödülü olup olmadığı da çok tartışıldı. Gerçekten de oyun kurallarının izin verdiği bir ihlali uygulamadığı ve bunu aslında içgüdüsel olarak yapmadığı için bu ödülü vermek pek anlamlı görünmüyordu.

Hırvatistan mağlubiyeti gündemi belirlerken, Mesut Yılmaz’ı ikna edemeyip ANAP’tan istediğini alamayan RP çoktan gözüne DYP’yi kestirmişti. Çiller, örtülü ödenek ve yolsuzluk iddiaları ile Yüce Divan baskısını üstünde hissediyordu. Bu fırsatı gören RP, Erbakan’ın başbakanlığında kurulacak koalisyon için DYP’yi sıkıştırmaya başlamıştı. Çiller kendisi hakkında meclise gelecek soruşturma önergelerine ret oyu verilmesi için RP ile kapıyı kapamadı, ancak parti içindeki ağır toplardan ciddi uyarılar aldı. İsmet Sezgin, Erbakan’ı aşırı sağcı Fransız politikacı Le Pen’e benzetti ve “Aklı başında hiçbir sağ parti Erbakan ile koalisyona yanaşmıyor” dedi. Bu açıklama ile doğrudan ANAP, dolaylı yoldan merkez sol övgüleri alıyordu ancak onlar da hükümet kurma ve idame ettirmekten hayli uzak görünüyorlardı.

Hükümet kurma çalışmaları sürerken, Hırvatistan mağubiyetinin ertesi günü Fidel Castro Türkiye’ye gelmişti. Kübalı lider, Demirel ve Yılmaz ile görüşmüştü. Deniz Gezmiş ve arkadaşları yakalandığında, Demirel dönemin Adalet Partisi Genel Başkanı’ydı ve verdiği demeçte “amaçları birer Fidel Castro olmak” demişti. İkili, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde bir araya geldi, çıkışta yüzler gülüyordu. Belli ki Demirel’in Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına ilişkin söylemleri gündeme gelmemişti ya da dünya değişiyordu, iki lider de buna uyum gösteriyordu.

Türkiye’nin gruptaki ikinci maçında Portekiz ile karşılaştığı gün, Erbakan ve Çiller koalisyon görüşmelerine başlamıştı. Çiller, yolsuzluk iddialarıyla hakkında açılan soruşturma önergeleri nedeniyle koalisyona sıcak bakıyordu. Sıra partinin önde gelenlerini bu birlikteliğe alıştırmaktaydı.

Milli takımın Portekiz karşısındaki olası mağlubiyeti turnuvanın sonu anlamına geliyordu. Dönemin flaş takımı Parma’nın defans oyuncusu Fernando Couto, birçok santrafora taş çıkaracak bir gol ile galibiyeti Portekiz’e getirmişti. Kimileri konuyu yeniden Alpay’a getirdi, kimileri de gol yollarındaki beceriksizlikten yakındı. Tüm bunlar telafi edilebilirdi, önümüzde katılacak daha birçok turnuva vardı ancak kaybedilen bir canı geri getirme şansı yoktu. Türkiye’de maçı restoranda izleyen bir kişi Milli Takım’ın yediği golden sonra küfür eden bir garsonu öldürdü. Aşırı milliyetçiliğin körüklediği hazin bir sondu.

Çiller hakkında meclise gelen örtülü ödenek soruşturma önergesi Refah Partisi’nin oylarıyla reddedilmişti. Bunun iki partiyi koalisyona götüren bir anlaşma olduğu güçlü bir şekilde dile getirilmişti. DYP içinden koalisyon dedikodularına dair tepkiler devam ediyordu. Partinin önemli isimlerinden Tevfik Diker, koalisyonun kurulması durumunda kendini meclis önünde yakacağını açıklamıştı. Sonunda beklenen oldu ve koalisyonun kurulması yönünde anlaşmaya varıldı. Gözler Tevfik Diker’e dönmüştü. Neyse ki Diker kendini yakmadı ancak tepki olarak istifa etti.

Siyasette gündem yoğun yaşanırken, Türkiye son maçında Danimarka ile karşılaşmıştı. Danimarka’nın tur atlaması için bir mucize gerekiyordu. Türkiye’nin ise ikinci tur için hiç şansı kalmamıştı. Danimarka’nın yıldızı Michael Laudrup’un teknik direktör Richard Moller Nielsen ile yıldızının barışmadığı biliniyordu. Maç öncesi Michael Laudrup; Danimarka’nın taktiksel hatalar, Türkiye’nin ise bireysel hatalar sonucu elendiği yorumunu yaptı. Maç 3-0 sona erdi. Michael Laudrup’un kardeşi ve Rangers’ın parlak orta saha oyuncusu Brian Laudrup iki gol atmıştı. Diğer golü atan Allan Nielsen şampiyona sonrası defalarca Fenerbahçe’ye yakıştırılmış ancak transferi hiçbir zaman gerçekleşmemişti.

RP ve DYP koaliyonu iyice şekillenirken DYP’de dört milletvekilinin istifa haberi Çiller’i farklı arayışlara itmişti. İlk öneri dışardan bir ismin başbakanlığında ANAP, DYP ve Demokratk Sol Parti (DSP) ile kurulacak ANAYOLSOL hükümetiydi. Bir diğeri ANAP ve DYP’nin yeniden bir araya gelerek oluşturacağı ANAYOL hükümetiydi ve son olarak Demirel tarafından bir seçim hükümeti kurulmasıydı.

Milli Takım için Euro 96’da yaşanacak bir hikaye kalmamıştı ancak siyasetteki tansiyon iyide iyiye yükseliyordu. Çiller bu kez dönüşümlü Başbakanlık için RP’yi yokladı. Ardından Mesut Yılmaz’ın DYP ve ANAP’ın birleşmesine ilişkin cılız bir çıkışı oldu ancak pek rağbet görmedi. Öte yandan Avrupa Birliği, İran tecrübesini emsal gösterip RP’nin koalisyondaki ana ortak olmasından duyduğu çekinceyi iletmişti.

Günün sonunda RP, dönüşümlü Başbakanlık teklifini önceliğin kendinde olması şartıyla kabul etmişti. Arada başka pürüz kalmayınca REFAHYOL hükümeti kurulmuştu. Meclise 1969 yılında katılan 29 Ekim 1926 doğumlu Necmettin Erbakan, meclise ilk girişinin üzerinden 27 yıl geçtikten sonra Başbakan oldu. Türkiye’de ilk kez, islamcı söylemleriyle öne çıkan bir parti ana hükümet ortağı olmuştu.

Türkiye’de siyaset artık bambaşka bir eksene kaymıştı. Futbolumuzda ise gerçeklerle yüzleşirken topladığımız tecrübeler güçlü yarınların habercisiydi adeta. 1990 Dünya Kupası yarı final maçı sonrası Arjantin teknik direktörü Carlos Bilardo Arjantinliler için “Hayatımda böyle bir şey görmedim. Bir ülkeyi bu derece bir araya getiren başka bir şey görmedim. Ne politika ne müzik ne başka bir şey… Herkes seyrediyor ve takıma dua ediyordu.” demişti. Bu sözler birçok yönüyle Türkiye’ye de uyarlanabilirdi. Turnuva bir hayal kırıklığıydı ancak temelleri sağlam atılmış bu yapı ile başarıların yavaş yavaş geldiği bir dönemin kapıları aralanıyordu. Siyaset ise yeni dönemde islamcı söylemleri iyiden iyiye kullanıp, neoliberal uygulamaları daha da yaygınlaştıracak ve Bilardo’nun bahsettiği futbolun gücünü görerek bunu kendi menfaati için kullanabilmenin yollarını arayacaktı.

Kapak: bbc.com ve dw.com

Bir Cevap Yazın